2 Kasım 2021 Salı

Hari Seldon'un Yargılanma Sahnesi (Vakıf, Asimov)


[Vakıf kitap ve dizisini anlamak için aşağıda alıntıladığım Hari Seldon'un yargılanma sahnesi okunsa iyi olur.] 

****

İddia makamı olan Komisyon’un avukatı bir süre notlarına göz gezdirdikten sonra Seldon’ı sorgulamaya kaldığı yerden devam etti:

Soru. Söyleyin bakalım, Dr. Seldon. Sizin başını çektiğiniz bu proje üzerinde şu an kaç kişi çalışıyor?

Yanıt. Elli matematikçi.

S. Dr. Gaal Dornick de bunların içinde mi?

Y. Dr. Dornick elli birinci.

S. Ah, demek sayınız elli bire çıktı? Hafızanızı şöyle bir yoklayın, Dr. Seldon. Belki de elli ikinci veya elli üçüncü de vardır, hatta daha fazlası!

Y. Dr. Dornick örgütüme henüz resmen katılmış değil. Onun da katılımıyla üye sayımız elli bir olacak. Şu an ise, söylemiş olduğum gibi, elli.

S. Üye sayınız yüz bini buluyor olmasın sakın?

Y. Yüz bin matematikçi mi? Ne mümkün!

S. Matematikçiler demedim ki. Tüm meslek dallarını hesaba katarsak, yandaşlarınızın sayısı yüz bin eder mi?

Y. Tüm meslekleri katarsak, tahmininiz doğru olabilir.

S. Olabilir mi? Bense öyle olduğunu söylüyorum. Projenizde çalışmakta olan adam sayısı tam olarak doksan sekiz bin beş yüz yetmiş iki.

Y. Sanırım kadınları ve çocukları da sayıyorsunuz.

S. (Sesini yükselterek) Benim hesabıma göre doksan sekiz bin beş yüz yetmiş iki kişi. Kaçamak yanıtlara başvurmanıza gerek yok.

Y. Pekâlâ, verdiğiniz rakamın doğruluğunu kabul ediyorum.

S. (Bir yandan notlarına bakarak) Şimdilik bunu bir kenara bırakalım ve önceden belli bir noktaya dek tartışmış olduğumuz bir diğer konuya dönelim. Bize tekrar edebilir misiniz, Dr. Seldon, Trantor’un geleceğine ilişkin düşünceleriniz nelerdir?

Y. Daha önce de söyledim ve yine söylüyorum; Trantor önümüzdeki üç yüzyıl içinde yerle bir olacak.

S. Bu ifadenizi sadakatsizce bulmuyor musunuz?

Y. Hayır, efendim. Bilimsel gerçeklik her türlü sadakatin ve sadakatsizliğin ötesinde bir şeydir.

S. Bu yargınızın bilimsel gerçeklik taşıdığından eminsiniz yani?

9 Mayıs 2021 Pazar

Borges'ın Kaleminden İstanbul

 


İSTANBUL

Kartaca, adı kötüye çıkmış bir kültürün en dile düşmüş ör­neğidir. Biz, bu "Kent"le ilgili hiçbir şey söyleyemiyoruz; Flaubert de, düşmanlarının amansız olduğu dışında, söyle­yecek hiçbir şey bulamamıştı. Sanırım, Türkiye'yle ilgili ola­rak da benzer bir durum söz konusu. Acımasız bir ülke gelir aklımıza. Bu kavram, yazılı tarihin hem en acımasız hem de en az ilençlenmiş girişiminden, Haçlı Seferleri'nden kaynak­lanır. Belki de aynı ölçüde bağnaz İslam nefretinden hiç de aşağı kalmayan Hıristiyan nefreti gelir aklımıza. Batı'da, Osmanlar arasında büyük bir Türk adının bulunmadığından dem vururuz. Bize kalmış olan biricik ad, Muhteşem Süley­man'dır (e sola, in parte, vidi'l Saladino) .

Üç günde Türkiye'yi ne kadar tanıyabilirim? Benim gör­düğüm, çok güzel bir kent, Boğaziçi, Haliç ve kıyılarında Rünik alfabeyle yazılmış taşlar bulunmuş olan Karadeniz gi­rişi. Kulağıma çalınan, yumuşak bir Almancayı andıran hoş bir dil. Buralarda, birçok değişik ulusun hayali dolaşıyor olsa gerek: Ben, Bizans imparatorunun onur kıtasını oluş­turmuş olan ve Hastings'de olup bitenlerden sonra İngiltere'den kaçan Saksonların katıldığı İskandinavları anımsamayı seçiyorum. Kuşku yok ki, keşfe başlamak için Türkiye'ye yeniden gelmeliyiz.



Jorge Luis Borges, Atlas, İletişim Yayınları 1. BASKI 2014, İstanbul, s. 56-57

9 Nisan 2021 Cuma

Tembel Adam Masalı


Tembel Adam Masalı Dedem Korkut`un dediği gibi: Yıllar önce, develer tellal iken, ben babamın beşiğini sallar iken, doğruluklar ülkesinde insanlar mutluluk içinde yaşıyormuşlar. Tüm insanları mutlu etmenin yolunu bulmuş olduğu için herkes Kral`ı çok seviyormuş.

Bu ülkede herkes gücünün yettiği kadar çalışırmış. Toplanan gelirden gereksinimleri kadar pay alırmış. Ülkede herkes canla başla çalışırken yalnız Kral çalışmaz, çalışanların ürettiğini satıp gelir toplama işini üstlenerek çalışmalara katkıda bulunurmuş. Kral toplanan gelirin dağıtımını kendi yönetir, haksızlık olmamasına özen gösterirmiş.

Bir gün ülkeye tembel bir adam gelmiş. Ülkeyi çok sevmiş. Ülkede yaşamak için Kral`dan izin istemiş. Kral, yaşamla ilgili tüm kuralları anlatmış. Bu kurallara uyduğu sürece ülkede yaşayabileceğini söylemiş. Yabancı adam ülkeye kabul edilince, sevinç içinde Kral`ın yanından ayrılmış ve yeni ülkesinde diğer insanlar gibi yaşamaya başlamış.

İlk zamanlar, o da işine herkes gibi zamanında gider, gücü yettiğince çalışır, gelirden gereksinimi kadar pay alırmış. Kimse onun ülkedeki varlığından etkilenmemiş. Hatta, üretime katkısı olduğu için sevmişler bile.

Tembel adam zaman geçtikçe işe geç gelmeye, hasta olduğunu söyleyip bazen hiç gelmemeye başlamış. İşi aksattığında, bulduğu gerekçeler öyle inandırıcı imiş ki, kimse onun gerçek niyetini anlayamamış. Diğer çalışanlar iş aksamasın diye onun yapması gerekenleri de yapmak zorunda kalmışlar. Ürün yine eskisi gibi zamanında tamamlanmış. Tembel Adam'dan kaynaklanan gecikme, diğerlerinin onun yerine çalışmasıyla önlendiğinden, toplanan gelirde bir azalma olmamış.

Olga Tokarczuk: Penceremden Gözüken Yeni Dünya


 [Olga Tokarczuk'un bu yazısı, Newyorker'da yayımlanmış. Ekşi Sözlük yazarı da çevirmiş. Hem yazarı sevdiğim hem de yazıyı beğendiğim için buraya aldım. Okumaya, üzerinde konuşmaya değer. DK]


Penceremden Gözüken Yeni Dünya 

Penceremden baktığımda burada yaşamaya karar vermemin sebebi olan çok sevdiğim beyaz dut ağacını görebiliyorum. Dut ağacı cömert bir ağaçtır. İlkbahar ve yaz boyunca tatlı ve sağlıklı meyveleriyle onlarca kuş ailesini besler. Şu anda yapraksız olduğu için sessiz bir sokak görüş alanıma giriyor. İnsanlar parka giderken bu sokaktan geçiyor. Wroclaw’da mevsim neredeyse yaz. Kör edici bir güneş, mavi gökyüzü, temiz hava. Bugün köpeğimi gezdirirken iki adet saksağan kuşunun bir baykuşu kovaladığını gördüm. Baykuş ile göz göze geldik. Hayvanlar da sabırsızlıkla neler olacağını merak ediyor gibi gözüküyor.

Uzun zamandır dünyayı çok fazla hissediyor gibiydim. Çok fazla, çok hızlı, çok gürültülü. O yüzden bir izolasyon travması yaşadığım söylenemez. Benim için insanları görmemek zor değil. Sinemalar kapandığı için üzgün değilim. Alışveriş merkezlerinin kapanmasını umursamıyorum bile. Tabii ki işlerini kaybeden insanları düşündüğümde üzülüyorum. Fakat yaklaşan karantinayı duyduğumda rahatladığımı hissetmiştim. Biliyorum ki birçok insan, bu düşüncesinden utansa bile aynı şeyleri düşünüyor. Hiperaktif dışa dönükler tarafından boğulmuş, istismar edilmiş içe kapanıklıklar gün yüzüne çıkmaya başladı.

Pencereden komşumu izliyorum. Kendisi her daim çok çalışan bir avukat. Son zamanlara kadar cüppesiyle işe gidiyordu. Şimdi bol bir pantolon ile bahçesindeki dallarla ilgileniyor. Ortalığı düzenliyor. Gençler kıştan bu yana yürüyüşe götürmedikleri yaşlı köpeklerini gezdiriyorlar. Köpek sendeleyerek yürürken sabırla ritmine ayak uydurarak. Çöp kamyonu büyük bir gürültüyle çöpleri topluyor.

23 Mart 2021 Salı

H. C. Andersen'in Deniz Kızı Masalı


Eventyr, Danca 
Denizkızı kuyruğunu kaybediyor

İlkokuldayken Andersen'in Kibritçi Kızı'nı okumuştum. Masal bittikten sonra, uzun müddet kitabın sayfalarına boş boş bakmış sonunda anlamadığıma karar verip baştan sona bir daha okumuştum. Sonuç değişmemişti. Daha ilk seferde de gayet iyi anlamışım. Masallarla büyümüş olan benim için bu bir şoktu. Aynı şoku yıllar sonra ki hayli büyüktüm, Andersen'in Deniz Kızı'nı okuyunca da yaşadım. 

Masallarla kendimi bildim bileli ilgilenirim. Nitekim bu blogda yine Andersen'den Kurşun Asker masalına da bir süre önce yer vermiştim. Amacım onunla ilgili bir yazı yazmak ve etkinlikler hazırlamak...

Geçen gün bir arkadaşım, öğrencileriyle (lise) bir proje gerçekleştirmek istediğini söyledi. Öğrenciler, masalları  toplumsal cinsiyet bağlamında inceleyip, cinsiyetçi ögelerden arındırarak yeniden yazacaklarmış. Ben de arkadaşıma Küçük Denizkızı’nı önerdim. Bu masal, baştan beri kadın kimliği açısında sorunlu gelir bana ama öyle midir gerçekten?  Tartışılacak çok konu var o metinde. 

Masal, yazılı olarak elimde vardı ama dijitali olsa daha rahat paylaşılır ve çalışılırdı malum artık her şey çevrimiçi kullanılıyor. İnternette masalı aramaya başladım ve gördüm ki var olanların hiçbiri Andersen’in orijinal masalı değil. Çoğu Dizney filminin özetiydi. Veya kimin yaptığı belli olmayan, değiştirilmiş, kuşa döndürülmüş, mutlu sonla biten bayat versiyonlardı. Bilmeyenlerin bunları Andersen’in orijinal masalı zannetmesi gayet olası.

Andersen’in masalları yazarı belli olan masallardır. Hatta onlara fantastik öyküler olarak da bakılabilir. Ama biçimi ve dili tartışmasız masal formunda olduğu için de onlar elbette bir masaldır. Bugün anonim olarak bilinen masallar da birileri tarafından üretilmişti zamanında. Yazıya geçirildikten sonra bu anonim masallar sabitlenmiş, kültürel miras hanesine ait bir “varlık” olarak korunmuş, birçok versiyonu ile birlikte bugüne kadar yaşamışlardır.

Bir eserin yazarı belliyse ve onun üzerinde önemli değişiklikler yapılıyorsa bu yeni versiyonun; orijinalinden farklı olduğu, kim tarafından, ne zaman, nerede üretildiği basılı metnin giriş kısmına açık ve seçik olarak yazılmış olmalıdır. Hem etik, hem hukuki (telif hakkı devam ediyorsa) hem de ortak kültürel mirasımıza sahip çıkmak açısından bunu yapmak şarttır.

Sonra güç bela bir yerlerden bir metin buldum İngilizcesi ile karşılaştırdım (orijinali Danca) bir iki nokta hariç (“Tanrı Krallığı” sansür yemiş mesela) orijinale en yakın versiyon buydu. Redaksiyon yaparak aşağıya aldığım masal budur. İngilizcesini de isteyen karşılaştırsın diye Türkçe masalın altına ilave ettim. En sonunda ise Andersen hakkında 1953 yılında yazılmış bir kısa tanıtım yazısı var. Resimleri Küçük Denizkızı masallarından aldım, resimlerin altına nereden aldıklarımı yazdım. DK

1 Ocak 2021 Cuma

Kurşun Asker

Hans Christian Andersen

[Bu hikaye veya masal, Andersen'in bir halk masalına veya edebi bir modele dayanmayan ilk hikayesidir.  İngilizceye "sadık teneke asker" olarak çevrilmiştir (The Steadfast Tin Soldier"). Masal; oyuncak dansçıları, kaleleri ve kuğularıyla on dokuzuncu yüzyıl "çocuk odası dünyası"nı çağrıştırmaktadır. Andersen bu  masalında kaderin mutlak hakimiyetine,  kader karşındaki çaresizliğe mi göndermek yapmaktadır? Kıpırdayamayan, konuşamayan, aşkını söyleyemeyen zavallı asker kaderin elinde oyuncak olarak o trajediden başkasına doğru sürüklenir ve sevdiğine ancak ölümle kavuşur.]


Andersen'in ilk çizeri olan Vilhelm Pedersen'ın çizimi (1850)

Bir zamanlar yirmi beş tane kurşun asker varmış. Aynı kurşun külçesinden doğdukları için, hepsi de kardeşmişler. Tüfek omuzda, başları dik, bıkıp usanmadan dosdoğru karşıya bakarlarmış. Mavi, kırmızı renkli üniformaları da pek gösterişliymiş. Bulundukları kutunun kapağı ilk açıldığında, duydukları ilk sözcükler, “Kurşun askerler!” olmuş. Ellerini çırparak bunu söyleyen küçük bir oğlanmış; kurşun askerler oğlanın doğum günü armağanı imişler. Oğlan onları bir masanın üzerine dizmiş. Kurşun askerlerin hepsi tıpatıp birbirlerine benziyorlarmış ya, yalnız bir tanesi ötekilerden biraz farklıymış. Kalıba dökümü yapılırken yeterince kurşun kalmadığı için, tek bacaklıymış o asker! Ama tek bacağı üstünde, iki bacaklı olanlar kadar sağlam durmaktaymış. En çok ilgi uyandıran da işte bu tek bacaklı asker olmuş.