Jules Verne
* 1 *
GUN-CLUB (SİLAH KULÜBÜ)
Birleşik Devletler İçsavaşı sırasında, Maryland eyaletinin göbeğindeki Baltimore kentinde, son derece etkili yeni bir kulüp kuruldu. Gemi sahiplerinden, tüccarlardan ve makinistlerden oluşan bu halktaki askerlik içgüdüsünün ne büyük bir hızla geliştiğini hepimiz biliriz. En sıradan tüccarlar tezgâhlarının üstünden atladıkları gibi, West Point’teki[1] uygulama okullarından geçmeden yüzbaşılığa, albaylığa, generalliğe başlayıverdiler: “Savaş sanatı”nda kısa sürede eski kıtadaki meslektaşlarına yetiştiler ve onlar gibi, top güllelerini, milyonları ve insancıkları üst üste yığarak anlı şanlı yengiler elde ettiler.
Ancak Amerikalılar özellikle atışbilimde Avrupalıları epey geride bıraktılar. Kullandıkları silahlar daha büyük bir yetkinliğe erişmedi, ama boyutları alışılmamış ölçülere ulaştığından, attıkları mermiler de o güne dek ulaşılmamış uzaklıklara düşmeye başladı. İngilizlerin, Fransızların, Prusyalıların sıyırtma atışlarında, aşırtma atışlarında, düz atışlarda, çapraz, sıra ve ters atışlarda öğrenecekleri bir şey kalmamıştır; ama Amerikan topçusunun harika aygıtları yanında topları, obüsleri ve havanları cep tabancasından başka bir şey değildir.
Bunda da şaşacak bir yan yok doğrusu. İtalyanlar nasıl doğuştan müzikçi, Almanlar da fiziköteciyse, Yankiler de doğuştan makineci, yani mühendistirler. Dolayısıyla, o gözü pek ustalıklarını atışbilime aktarmaları son derece doğaldır. Böylece dikiş makinelerinden daha az yararlı, ama en az onlar kadar şaşırtıcı, onlardan daha çok hayranlık verici dev gibi toplar ortaya çıkmıştır. Bu alanda Parrott, Dahlgreen, Rodman fabrikalarının harikalarını hepimiz biliriz. Armstrong’lar, Pallisser’ler, Treulle’ler okyanusun öte yakasında yapılan ağabeylerinin önünde saygıyla eğilmekten başka bir şey beceremez herhalde.
Dolayısıyla, Güneyliler ile Kuzeylilerin giriştiği o korkunç savaş sırasında başköşeye topçular kuruldu; Top Fabrikaları Birliği’nin gazeteleri her gün yeni buluşları kutluyor, en sıradan satıcılar, en saf “booby”ler[2] gece gündüz mermilerin akıl almaz yörüngesini hesaplamak üzere kafa patlatıyordu.
Öte yandan, Amerikalı’nın birinin aklına bir fikir geldi mi, hemen bunu paylaşacak ikinci bir Amerikalı arar. Üçü bir araya geldiler mi de bir başkan ile bir yazman seçerler. Dört oldular mı, bir de arşivci atarlar ve yazıhane çalışmaya başlar. Sayıları beşi buldu mu hemencecik bir genel kurul toplantısı yaparlar, kulüp kurulmuştur. Baltimore’da da işler öyle oldu. Yeni bir top bulan adam, bu topun demirini eriten ve ona delik açanlarla birleşti. Böylece Gun-Club’ün[3] (Silah Kulübü’nün) çekirdeği oluştu. Kuruluşundan bir ay sonra, sekiz yüz otuz üç gerçek, otuz bin beş yüz yetmiş beş de yazışmalı üyesi vardı.
Derneğe girmek isteyenlerde sine qua non (vazgeçilmez) bir koşul aranıyor, yeni bir top bulmuş ya da hiç değilse eski bir topu mükemmelleştirmiş olması isteniyordu; top olmazsa, başka bir ateşli silah olmalıydı. Ancak, doğrusunu isterseniz, on beş mermili tabanca, döner toplu karabina ya da kılıç-tabanca bulanlar pek saygı görmüyordu. Topçular her fırsatta geçiyordu onları.
“Gördükleri saygı,” dedi Gun-Club’ün en bilgili konuşmacılarından biri günün birinde, “toplarının ‘kitlesi’yle ve ‘mermilerinin düştüğü uzaklığın karesi’yle düz orantılıdır!”
Hani bir bakıma, Newton’ın yerçekimi yasası ahlak alanına aktarılmıştı.
Gun-Club kurulduktan sonra, Amerikalıların yaratıcı yeteneğinin bu alanda neler döktürdüğünü kolayca tahmin ediyorsunuzdur sanırım. Savaş aletleri devimsi boyutlara erişti ve mermiler yasaların çizdiği sınırların ötesine taşarak kendi halindeki gezinticileri ikiye biçmeye başladı. Bütün bu buluşlar Avrupa topçuluğunun çekingen aygıtlarını fersah fersah geride bıraktı. Şu rakamlara bir bakın hele.
Eskiden, “eski güzel günlerde”, otuz altılık bir mermi, üç yüz ayak uzaklıktaki yan yana dizilmiş otuz altı beygirle altmış sekiz insanı delip geçiyordu. Savaş sanatının emekleme çağıydı bu. O günden bu yana mermiler epey yol aldılar. Yedi mile[4] ateş edebilen Rodman topu, yarım tonluk mermisiyle, yüz elli atla üç yüz adamı kolayca devirebilmekteydi. Hatta Gun-Club’te bunun gözler önünde sınanması önerildi. Ancak, atlar bu denemeye razı olduysalar da, insanlar ne yazık ki yan çizdi.
Her neyse, toplar çok öldürücüydü, her atışta insancıklar sapır sapır dökülmekteydi. 1587’de, Coutras’da yirmi beş insanı savaş dışı eden, 1758’de Zorndoff’ta kırk piyadenin canına kıyan şu ünlü mermilerin ya da 1742’de Kesselsdorf fabrikalarının yaptığı ve her atışta yetmiş düşmanı yere seren Avusturya topunun ne anlamı vardı bu kocaman gülleler yanında? Savaşın yazgısını değiştiren o ünlü Lena ya da Austerlitz bombardımanlarının adı mı okunurdu? İçsavaş’ta bunun nicelerini görmüştü insanlar! Gettysburg’da, yivli bir topun fırlattığı bir mermi yetmiş üç Birleşik Devletler askerini yere yıkmış; Potomac Geçidi’nde, bir Rodman güllesi iki yüz on beş Güneyli’yi bizimkinden hiç kuşkusuz daha iyi bir dünyaya yollamıştı. Gun-Club’ün seçkin üyesi ve değişmez yazmanı J. T. Maston’ın bulduğu harika topu da anmalıyız, bu silahın elde ettiği sonuç çok daha korkunç olmuş, deneme atışında -parçalanarak- tam üç yüz otuz yedi kişiyi öldürmüştür!
Kendileri yeterince şey anlatan bu rakamlara ekleyecek ne var? Hiçbir şey. O yüzden, istatistikçi Pitcairn’in bulduğu şu hesabı hiç tartışmasız kabul edeceksinizdir: Top mermileriyle can veren insan sayısını Gun-Club üyelerinin sayısına böldüğünde, her birinin, tek başına, ortalama iki bin üç yüz yetmiş beş onda bilmem kaç kişi öldürdüğünü görmüştür.
Bu rakama bakılırsa, sözü geçen bilgili derneğin biricik uğraşının, insancıl bir amaç uğrunda ve uygarlık aracı sayılan silahların yetkinleşebilmesi için insan soyunun ortadan kaldırılması olduğu anlaşılıyor.
Aslında dünyanın en iyi insanları olan Azraillerin kurduğu bir dernek olup çıkmıştı Gun-Club.
Ayrıca, bu yiğit Yankilerin işi yalnızca birtakım formüller bulmakta bırakmayıp giriştikleri denemelerin bedelini alın terleriyle de ödediklerini belirtmek gerekir. Aralarında teğmeninden generaline dek her rütbeden subay, her yaştan asker vardı, bu uğraşa yeni atılanlar ile top kundaklarında saçlarını sakallarını ağartmışlar omuz omuzaydı. Pek çoğu savaş alanlarında kaldı, adları Gun-Club’ün onur defterine yazıldı, geri gelenlerin çoğundaysa tartışma götürmez ataklıklarının belirtileri vardı. Koltuk değnekleri, takma bacaklar, takma kollar, kancalı eller, plastik çeneler, gümüş kafatasları, platin burunlar, sözün kısası her şey vardı bu derlemede ve yukarıda adını andığımız Pitcairn, Gun-Club’te dört kişiye zar zor bir kol, altı kişiye de iki bacak düştüğünü hesapladı.
Ama bizim yiğit topçular işe bu kadar yakından bakmıyor, savaş haberleri bülteninden atılan mermilerle kurban sayısının on katına çıktığını öğrendikleri zaman, haklı olarak, göğüsleri kabarıyordu.
Bununla birlikte, günün birinde, üzücü ve acıklı bir günde sağ kalanlar barış imzaladılar, toplar yavaş yavaş sustu, patlamalar kesildi, uzunca bir süre için ağızlarına kilit vurulan obüslerle boynu bükük toplar silah müzelerine çekildi, gülleler parklara yığıldı, kanlı anılar silindi, iyice gübrelenen pamuk tarlalarında kar beyaz çiçekler açtı, yas giysileri acılarla birlikte eskidi ve Gun-Club tam anlamıyla aylak kaldı.
Bazı kazmacılar, inatçı emekçiler hâlâ atış hesapları yapmaktaydı; hep dev gibi güllelerin, eşi bulunmaz obüslerin düşünü görüyorlardı. Ama uygulamaya geçemedikten sonra, neye yarardı o boş kuramlar? Dolayısıyla Kulüp’ün oturma odalarında in cin top oynuyor, uşaklar bekleme odalarında kestiriyor, gazeteler masalarda küfleniyor, karanlık köşelerden hüzünlü horultular geliyor ve eskiden müthiş gürültü eden üyeler, yıkıcı bir barışın zoruyla seslerini kesmiş, düşünsel topçuluğun düşlerini göre göre uyukluyorlardı!
— Çok yazık, dedi bir akşam tahta bacaklarını ateşte kavurmakta olan yiğit Tom Hunter. Ne yapacak bir şey kaldı, ne de bir umut! Ne can sıkıcı bir yaşayış! Nasıl aramazsın topların her sabah insanı neşeli gümbürtüleriyle uyandırdığı o eski günleri?
— Geçti o günler, diye karşılık verdi çevik Bilsby, olmayan kollarını germeye çalışarak. Zevkli günlerdi onlar! İnsan kendi obüsünü buluyor, daha kalıptan çıkarır çıkarmaz düşman önünde sınamaya koşuyordu; sonra Sherman’dan bir aferin alarak ya da MacClellan’la dostça el sıkışarak ordugâha dönüyordu. Bugünse, generaller tezgâhlarının başına çöktüler ve sağa sola mermi yerine, zararsız pamuk balyaları yolluyorlar! Ah, dinine yandığımın! Amerika’da topçuluk öldü canım!
— Evet, Bilsby, diye bağırdı Albay Blomsberry, çok acı düş kırıklıkları bunlar! İnsan bütün dingin alışkanlıklarını bırakıyor, silah eğitimine başlıyor, Baltimore’dan savaş alanına koşuyor, kahramanca vuruşuyor ve iki üç yıl sonra, onca yorgunluğun meyvesini elinden kaçırmak, kör olası bir aylaklık içinde uyuklamak, elleri cebinde dolaşmak zorunda kalıyor.
Aslını ararsanız, bizim yiğit albayın, aylaklığını böyle bir örnekle anlatmaması gerekirdi.
— Üstelik ufukta yeni bir savaş belirtisi de yok! dedi ondan sonra söz alan ünlü J. T. Maston kolunun ucundaki demir kancayla sert kauçuk kaplı kafasını kaşıyarak. En küçük bir kara bulut gözükmüyor, hem de topçuluk biliminde yapılacak onca şey dururken! Örneğin, bendeniz bu sabah, planıyla, yandan kesiti ve önden görünüşüyle, savaş yasalarını değiştirecek bir havan topunun ölçekli çizimini bitirmiş bulunuyorum!
— Yok canım? diye karşılık verdi Tom Hunter, elinde olmaksızın saygıdeğer J. T. Maston’ın son denemesini düşünerek.
— Gerçekten, diye yanıtladı beriki. Ama neye yarayacak iyi sonuç veren onca inceleme, yenilen onca güçlük? Boşu boşuna çalışmak değil mi bu? Yenidünya halkları barış içinde yaşamak için söz birliği etmişe benzer ve bizim savaş yanlısı Tribune[5] bile nüfus artışındaki fazlalığın doğuracağı pek yakın yıkımlardan dem vurmaya başladı!
— Bununla birlikte, Maston, diye söze karıştı Albay Blomsberry, Avrupa’da ulus bütünlüğü ilkesi uğrunda hâlâ savaşılmakta!
— Ee?
— Eesi bu! Hizmetimiz kabul edilse, oralarda bir şeyler deneyebilirdik belki...
— Ciddi mi söylüyorsunuz bunu? diye bağırdı Bilsby. Yabancılar hesabına atışbiliminde yenilikler aramak ha!
— Hiçbir şey yapmamaktan iyidir, diye yanıtladı albay.
— Hiç kuşkusuz öyle, dedi J. T. Maston, ama bu çareyi akıldan bile geçirmemek gerekir.
— Nedenmiş? diye sordu albay.
— Eskidünya’dakilerin ilerleme konusunda öyle garip fikirleri vardır ki, biz Amerikalıların alışkanlıklarıyla taban tabana zıttır. Bu adamlar asteğmen olmadan general olunabileceğini düşünemiyorlar bile, sizin anlayacağınız, onlara göre, ancak kendi topunu dökmüş olan iyi nişancılık yapabilir! Oysa, bu iş...
— Düpedüz saçma! diye karşılık verdi Tom Hunter oturduğu koltuğun kollarını elindeki “bowie-knife”la[6] delik deşik ederek. Bu durumda, gidip tütün ekmekten ya da balina yağı damıtmaktan başka çare kalmıyor demektir!
— Nee! diye bağırdı J. T. Maston çın çın öten bir sesle. Ömrümüzün geri kalan yıllarını ateşli silahların yetkinleştirilmesine harcayamayacak mıyız yani? Mermilerimizin düştüğü uzaklığı ölçebilmek için başka bir fırsat çıkmayacak mı önümüze? Gökyüzü toplarımızın parıltısıyla aydınlanmayacak mı bir daha? Atlantik ötesindeki güçlerden birine savaş açmamıza izin verecek uluslararası bir güçlük çıkmayacak ha! Fransızlar buharlı gemilerimizden hiçbirini batırmayacak, İngilizler insan haklarını hiçe sayıp yurttaşlarımızdan üç dördünü sallandırmayacak demek!
— Hayır, Maston, diye karşılık verdi Albay Blomsberry, böyle bir mutluluğa eremeyeceğiz! Hayır! Dediklerinizden hiçbiri olmayacak, olsa da biz bundan yararlanamayacağız! Amerikan alınganlığı günden güne törpüleniyor, yavaş yavaş kadınların boyunduruğuna giriyoruz!
— Evet, evet, küçük düşüyoruz! diye yanıtladı Bilsby.
— Gelen giden suratımıza tükürüyor! diye atıldı Tom Hunter.
— Bütün bu dedikleriniz ne yazık ki çok doğru, diye karşılık verdi J. T. Maston yeniden coşarak. Dövüşmek için bin bir türlü neden var ama dövüşmüyoruz! Kolları bacakları koruyoruz hem de onları kullanmayı bilmeyen insanların kollarını bacaklarını! Üstelik savaş nedenini öyle uzaklarda aramaya gerek de yok, Kuzey Amerika bir zamanlar İngilizlerin değil miydi?
— Elbette onlarındı, diye karşılık verdi Tom Hunter koltuk değneğinin ucuyla öfkeli öfkeli ateşi karıştırarak.
— Tamam işte! diye devam etti J. T. Maston, neden şimdi de İngiltere Amerikalıların olmasın?
— Böylece hak yerini bulurdu, diye yanıtladı Albay Blomsberry.
— Gidin de bunu Birleşik Devletler Başkanı’na önerin bakalım, diye bağırdı J. T. Maston, görürsünüz sizi nasıl karşılayacağını!
— Kötü karşılar, diye mırıldandı Bilsby savaştan sağlam çıkarabildiği dört dişinin arasından.
— Vallahi, diye haykırdı J. T. Maston, gelecek seçimlerde benden oy beklemesin!
— Bizden de, diye karşılık verdi öbür savaşçı malul gaziler.
— Bu arada, son olarak şunu belirteyim ki, diye devam etti J. T. Maston, yeni havanımı bir savaş alanında deneme fırsatı verilmezse, hemen Gun-Club’ten istifa ediyor, gidip kendimi Arkansas çöllerine gömüyorum.
— Biz de arkandan, diye karşılık verdiler gözü pek J. T. Maston’un söyleşi arkadaşları.
İşler sarpa sarar, bizimkiler kızıştıkça kızışır ve kulüp dağılma tehlikesi geçirirken, beklenmedik bir olay bu üzücü yıkımı önleyiverdi.
Bu konuşmadan bir gün sonra, üyelerin her biri, şöyle kaleme alınmış bir genelge alıyordu:
Baltimore, 3 Ekim
Gun-Club Başkam, üye arkadaşlarına, bu ayın 5’indeki toplantıda, kendilerini yakından ilgilendirecek bir haber vereceğini bildirmekle onur duyar. Dolayısıyla da, üyelerin, işleri ne olursa olsun, o günkü toplantıya mutlaka katılmalarını rica eder.
En içten duygularla
IMPEY BARBICANE, G.-C.B.
* 2 *
Impey Barbicane kırk yaşlarında, dingin, soğuk ve ciddi yüzlü, son derece sert ve içine kapanık bir adamdı; bir kronometre şaşmazlığında, her sınavdan başarıyla çıkacak nitelikte, kişiliği sarsılmaz bir insandı; şövalye ruhlu olmamakla birlikte, serüvenci, en gözü pek girişimlere bile pratik fikirler katan biriydi; sizin anlayacağınız tam anlamıyla New-England’lı, sömürgeci bir Kuzeyli, Stuart’ların anasını bellemiş olan şu Yuvarlak Kafalılardan biri. Güneylilerin can düşmanı, anayurttaki amansız şövalyelerin torunu olduğunu yadsımayan bir adamdı. Sözün kısası, kalıptan çıkmış bir Yanki.
Barbicane kereste ticaretinde büyük servet yapmıştı; savaş sırasında topçu birliklerinin başına getirilmiş, yeni buluşlarıyla dikkati çekmişti; bu atılgan fikirli adam, topun gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş, denemelere müthiş bir hız kazandırmıştı.
Orta boylu ve Gun-Club’te pek ender rastlanan bir talihle, bütün organları tamam bir insandı. Derin yüz çizgileri gönyeyle ve cetvelle çekilmişe benziyordu; eğer bir adamın içgüdülerini kestirebilmek için yüzünün yandan görünüşüne bakmak gerektiği sözü doğruysa, bu açıdan bakıldığında, Barbicane’in suratında enerjinin, gözü pekliğin ve soğukkanlılığın kesin belirtileri okunmaktaydı.
O anda, bakışlarını kendi içine çevirmiş, Amerikan kellelerine çakılmışa benzeyen, kara ipekliden yapılmış uzun silindir şapkasının altına gömülmüş, ağzını açmadan, kıpırdamadan, dalgın dalgın oturuyordu.
Arkadaşları çevresinde yüksek sesle konuşuyor, ama onun dalgınlığını bozamıyorlardı; birbirlerine toplantının nedenini soruyor, doludizgin varsayımlara girişiyor, başkanlarını gözlüyor, o kılı kıpırdamayan yüzünde çözmeye uğraştıkları sorunun bilinmeyenini yakalamaya uğraşıyorlardı boşu boşuna.
Büyük toplantı salonundaki duvar saati gök gürültüsünü andıran bir sesle sekizi vurduğu zaman, Barbicane, yaylıymış gibi ansızın ayağa fırladı; hemencecik genel bir sessizlik oldu ve konuşmacı, azıcık tumturaklı bir dille anlatmaya başladı:
— Yiğit arkadaşlarım, verimsiz bir barış Gun-Club üyelerini nicedir üzücü bir aylaklığa düşürmüş bulunuyor. Olaylarla dolu birkaç yıldan sonra, çalışmalarımızı bırakmak, gelişim yolunun yarısında durmak zorunda kaldık. Şunu yüksek sesle belirtmekten çekinmeyeceğim, bizleri silahlarımıza kavuşturacak her türlü savaşın başımızın üzerinde yeri vardır...
— Ah, savaş, ah! diye haykırdı coşkun J. T. Maston.
— Dinleyelim! Dinleyelim! diye bağrışıldı dört bir yandan.
— Oysa, bugünkü durum ve koşullarda, dedi Barbicane, savaş olanaksızdır ve sözümü kesen saygıdeğer arkadaşımın tüm umutlarına karşın, toplarımız bir savaş alanında gümbürdeyene dek daha uzun yıllar geçecektir. Bu yüzden, her şeyi olduğu gibi kabul etmek ve içimizi yakıp kavuran eylem gereksinimini başka bir fikir düzeninde doyurmak gerekir!
Genel Kurul, Başkan’ın can alıcı noktaya değinmek üzere olduğunu sezdi. Dikkatler iki katına çıktı.
— Birkaç aydır, yiğit arkadaşlarım, diye devam etti Barbicane, kendi kendime, uzmanlık dalımız içersinde kalarak, XIX. yüzyıla layık büyük bir denemeye girişip girişemeyeceğimi ve atışbilim alanındaki gelişmelerin böyle bir denemeyi başarıyla sonuçlandırmamıza izin verip vermeyeceğini sormaktayım. Dolayısıyla oturup araştırdım, çalıştım, hesap ettim ve incelemelerim beni, başka hiçbir ülkede yapılamayacak bir girişimde başarıya ulaşabileceğimize inandırdı. Uzun uzun üzerinde durulmuş olan bu tasarı, bugünkü bildirimin konusu olacak; sözünü ettiğim tasarı sizlere, Gun-Club’ün geçmişine layıktır ve dünyanın dört bir yanında tepkilere yol açacaktır!
— Büyük tepkilere mi? diye bağırdı tutkulu bir topçu.
— Sözün en gerçek anlamıyla yer yerinden oynayacak, diye karşılık verdi Barbicane.
— Kesmeyin! diye yineledi birkaç ses.
— Onun için, yiğit arkadaşlarım, diye devam etti Başkan, bütün dikkatinizi bana vermenizi rica ediyorum.
Genel Kurul'da bir heyecan dalgası esti. Hızlı bir el hareketiyle şapkasını tepesine iyice yerleştiren Barbicane, dingin bir sesle konuşmasını sürdürdü:
— Yiğit arkadaşlarım, içinizde Ay’ı görmemiş, hiç değilse adını duymamış kişi yoktur. Gelip size gece yıldızından söz açışıma şaşmayın. Bakarsınız bu bilinmeyen ülkenin Kolomb’ları olma talihi bize ayrılmıştır. Sözlerimi iyi anlayın, var gücünüzle destekleyin beni, elinizden tutup oraya götüreceğim sizleri ve Birleşik Devletler’i oluşturan otuz altı devlete onun da adı eklenecek!
— Yaşasın Ay! diye bağırdı Gun-Club üyeleri hep bir ağızdan.
— Ay’ı uzun uzun incelemiş bulunuyoruz, diye devam etti Barbicane; kitlesi, yoğunluğu, ağırlığı, hacmi, yapısı, hareketleri, Dünya’ya uzaklığı, Güneş Sistemi’ndeki rolü tamı tamına belirlendi; Dünya haritalarından üstün değilse bile, en azından onlara denk selenografik[10] haritalar yapıldı; fotoğrafçılık, uydumuzun erişilmez güzellikte görüntülerini elimizin altına getirdi.[11] Sözün kısası, matematik, gökbilim, yerbilim ve optiğin öğretebileceği her şeyi biliyoruz Ay konusunda; ancak, şimdiye dek bu gezegenle aramızda dolaysız iletim kurulamamıştır.
Bu sözler yaman bir ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı.
— İzin verirseniz, diye devam etti bizimki, birkaç sözcükle, düşsel yolculuklara çıkan birtakım ateşli insanların uydumuzun gizlerini çözdüklerini nasıl öne sürdüklerini hatırlatayım. XVII. yüzyılda, David Fabricius adında biri, kendi gözüyle Ay’daki yaratıkları gördüğünü söyleyerek övünmüştür. 1649’da, Jean Baudoin adlı bir Fransız, İspanyol Serüvencisi Dominique Gonzales’in Ay Gezegenine Yaptığı Yolculuk'u yayımlamıştır. Aynı çağda, Cyrano de Bergerac, Fransa’da büyük üne kavuşan şu tanınmış seferi anlatan kitabı çıkarmıştır. Daha sonra, başka bir Fransız -bu adamlar Ay’la pek çok uğraşmaktadırlar- Fontenelle, çağının başyapıtlarından Dünyaların Çokluğu'nu bastırmıştır; ancak bilim, kendi yolunda ilerlerken, başyapıtları bile çiğner geçer! 1835’e doğru, New York American'dan çevrilmiş bir bilimsel yazı, gökbilimsel incelemelerde bulunmak üzere Ümit Burnu’na gönderilmiş olan Sir John Herschel’in, içeriden aydınlatılmış bir teleskop yardımıyla, Ay’ı seksen yardaya[12] getirdiğini anlatır. Dediğine göre, suaygırlarının yaşadığı mağaralar, yer yer sarı sırmayla bezenmiş yemyeşil dağlar, fildişi boynuzlu koyunlar, beyaz keçiler, yarasa kanatlı insanlar görmüş. Locke[13] adındaki bir Amerikalı’nın kaleme aldığı bu küçük kitapçık, büyük bir başarı elde etmiştir. Ama kısa zamanda bunun bilimsel bir kandırmaca olduğu ortaya çıkmış ve bu işe ilk gülenler Fransızlar olmuştur.
— Bir Amerikalı’ya gülmek ha! diye haykırdı J. T. Maston. Tamam, işte size bir casus belli (savaş nedeni)...
— İçiniz rahat etsin, saygıdeğer dostum. Fransızlar, gülmezden önce, bir güzel kanmışlardı yurttaşımıza. Şu kısa tarihçeyi bitirmek üzere bir şey daha ekleyeceğim: Rotterdam’lı Hans Pfaal diye biri, hidrojenden otuz yedi kere hafif olan azot gazıyla doldurulmuş bir balonla, on dokuz günlük yolculuktan sonra, Ay’a varmıştır. Bu yolculuk da, kendisinden önceki girişimler gibi, salt düşünseldir, ama Amerika’nın çok iyi tanıdığı, garip yetenekli, gözlemci bir yazar tarafından yaratılmıştır. Poe’dan söz ediyorum!
— Yaşşa Edgar Poe! diye bağırdı Genel Kurul, başkanlarının sözleriyle elektriklenerek.
— Yalnızca edebi diyebileceğim ve gece yıldızıyla ciddi ilişkiler kurulmasına izin vermeyen bu denemelerin tarihçesini bitirmiş bulunuyorum. Ancak, kimi uygulayıcı kişilerin bu yıldızla ciddi bir iletime girmek üzere denemeler yaptıklarını da belirtmek zorundayım. Nitekim, bundan birkaç yıl önce, bir Alman geometricisi, Sibirya steplerine bir bilginler kurulu gönderme önerisinde bulundu. Orada, geniş ovalar üzerine, ışıklı yansıtıcılarla çizilmiş büyük geometrik şekiller, bu arada, Fransızların halk ağzıyla “Eşek Köprüsü” dedikleri hipotenüsün karesi yerleştirilecekti. “Her zeki insan bu şeklin bilimsel amacını anlamak zorundadır,” diyordu Alman geometrici. “Selenitler (Aylılar), varsalar, buna benzer bir şekille karşılık verirler ve böylece iletim kurulduktan sonra, Ay’daki yaratıklarla anlaşmaya izin verecek bir araç yaratmak kolaylaşır.” Böyle diyordu Alman bilgin, ama tasarısı hiçbir zaman uygulamaya konmadı ve günümüze dek Dünya ile uydusu arasında hiçbir dolaysız bağ olmadı. Şimdi, Ay’la ilinti kurma işi Amerikalıların üstün pratik yeteneğine kalmış bulunuyor. Oraya varmanın yolu basit, kolay, kesin, şaşmazdır, bugünkü önerimin konusu da budur zaten.
Korkunç bir gürültü, bağırış çağırışla karşılandı bu sözler. Konuşmacının sözleriyle etkilenmeyen, kendini onlara kaptırıp havalara yükselmeyen bir tek dinleyici yoktu salonda. “Dinleyin! Dinleyin! Susun da dinleyin!” diye sesler yükseldi dört bir yandan. Heyecan yatışınca, Barbicane daha ciddi bir sesle kaldığı yerden söylevine devam etti:
— Biliyorsunuz, dedi, atışbilim son yıllarda ne büyük gelişmeler gösterdi ve savaş sürseydi, ateşli silahlar müthiş bir yetkinliğe ulaşacaktı. Ayrıca, genel olarak, topların direnme gücüyle barutun yayılma gücünün sınırsız olduğunu da bilmez değilsiniz. Evet! İşte bu ilkeden yola çıkarak, kendi kendime, belli direnç koşulları içersinde yapılmış yeterli bir aygıtla, Ay’a bir mermi gönderilemez mi acaba diye sordum.
Bunun üzerine, binlerce heyecanlı göğüsten, bir anda, şaşkınlık belirtisi bir “Oh!” yükseldi; sonra, gök gürültülerinden önceki derin dinginliğe benzer bir anlık sessizlik oldu. Az sonra da gök gürültüsü patladı, ama bu seferki, toplantı salonlarını zangırdatan bir alkış, bağırış çağırış tufanıydı. Başkan konuşmak istiyor; başaramıyordu. Ancak on dakika sonra sesini duyurabildi.
— Bırakın da sözümü bitireyim, diye devam etti soğuk bir sesle. Sorunu her açıdan ele aldım, kararlılıkla inceledim ve tartışma götürmez hesaplarım gösterdi ki, saniyede on iki bin yarda[14] hızla Ay’a doğru yola çıkacak her mermi, mutlaka amacına varacaktır. Dolayısıyla, yiğit arkadaşlarım, sizlere bu küçük denemeye girişmeyi öneriyorum!
*3*
YENİ BİR YILDIZ
Yürekleri küt küt attıran haber hemen o gece bütün Birleşik Devletler’de bomba gibi patladı ve tabii orda kalmayıp telgraf telleriyle okyanusu aştı, dünyanın dört bir yanına yayıldı. Long’s-Peak’teki dev gök dürbünü aracılığıyla, mermi görülmüştü.
Cambridge Gözlemevi Yönetmeninin tuttuğu not şöyle. Ki bu, Gun-Club’ün giriştiği büyük denemenin bilimsel sonucuydu.
LONG’S-PEAK, 12 Aralık
CAMBRİDGE GÖZLEMEVİ
YÖNETİM KURULU’NUN
SAYIN ÜYELERİNE,
Stone’s-Hill’deki Columbiad’ın fırlattığı mermi, 12 Aralık günü, akşam sekiz kırk yedide, Ay sondördüne girmiş durumdayken, Bay Belfast ile Bay J. T. Maston tarafından görülmüştür.
Mermi hedefine varmamıştır. Ancak, Ay’ın çekimine kapılacak kadar da yakınından geçmiştir.
Bundan sonra düz çizgi halindeki hareketi, baş döndürücü hızdaki bir çembersel harekete dönüşmüş ve mermi Ay çevresinde elips biçimindeki bir yörüngeye oturup onun uydusu olmuştur.
Bu yeni yıldızın öğeleri henüz belirlenememiştir. Ne öteleme hızı,[81] ne de dönme hızı bilinmektedir. Ay’ın yüzeyi ile arasındaki uzaklık aşağı yukarı iki bin sekiz yüz otuz üç mildir (4 500 fersahtır).
Şimdi iki varsayım ortaya atılabilir ve bunlar merminin durumunda şu değişikliklere yol açar:
Ya sonunda Ay’ın çekimi ağır basar ve yolcular hedeflerine varırlar...
Ya da, değişmez bir düzene giren mermi, Ay çevresinde sonsuza dek döner...
Gözlemler, günün birinde, bunlardan hangisinin doğru çıkacağını gösterecektir; ama Gun-Club’ün girişimi, şimdilik, Güneş Sistemimize yeni bir yıldız kazandırmaktan başka sonuç vermemiştir.
J. M. BELFAST
Bu beklenmedik çözüm ne kadar çok sorun ortaya çıkarıyordu! Gelecek, bilimsel araştırmalara nasıl gizlerle dolu bir durum hazırlıyordu! Üç kişinin yiğitlik ve kendilerini adayışlarıyla, ilk bakışta hiçbir işe yaramaz gibi gözüken Ay’a mermi atma denemesi, etkileri hesaplanamayacak, son derece önemli bir sonuç doğurmuştu.
Yolcular yeni uydularında kapalı kalmış, hedeflerine varamasalar bile, Ay’ın bir parçası olmuşlardı; gece yıldızının çevresinde dönüp duruyorlar ve böylece tarihte ilk kez, çıplak gözle Ay’ın gizlerini görebiliyorlardı. Nicholl, Barbicane ve Michel Ardan adları bundan sonra gökbilimsel törenlerde anılacaktı, çünkü bu gözü pek araştırıcılar, insan bilgilerinin çemberini genişletme konusundaki susuzluklarıyla yiğitçe uzaya atılmış, son zamanların en garip girişimi uğrunda kelleyi koltuğa almışlardı.
Bununla birlikte, Long’s-Peak’ten gelen tutanak öğrenilir öğrenilmez, dünyanın dört bir yanında şaşkınlığa ve korkuya düşüldü. Bu gözü pek Dünyalıların yardımına koşulabilir miydi?
Hayır, koşulamazdı, çünkü onlar, Tanrı’nın yeryüzündeki yaratıklarına koyduğu sınırları çiğnemiş, insanlığın dışına taşmışlardı. İki ay süreyle kendilerine hava üretebilirlerdi. Bir yıllık yiyecekleri vardı. Peki ondan sonra?.. Bu soru en vurdumduymazların bile yüreğini küt küt attırıyordu.
Bir tek kişi durumun umutsuz olduğunu kabule yanaşmıyor, denemenin başarıyla sonuçlanacağına inanıyordu; bu, Ay yolcularının sadık dostu, onlar kadar gözü pek ve kararlı bir insan olan, yiğit J. T. Maston’dı.
Zaten gözlerini onlardan ayırmıyordu. Gelip Long’s-Peak’teki gözlem noktasına yerleşmişti; bütün ufku, gök dürbününün o kocaman yansıtıcı aynasıydı. Ay doğar doğmaz onu dürbünün görüş alanı içerisine alıyor, bir an bile gözünü ondan ayırmıyor, yıldızlar arasındaki yürüyüşünü adım adım izliyordu; merminin gümüş rengi Ay yuvarlağı üzerinden geçişini bitmez tükenmez bir sabırla gözlüyor ve bu saygıdeğer insan, günün birinde yeniden görmekten umudunu kesmediği üç dostuyla sürekli iletim halinde bulunuyordu.
— Yazışacağız onlarla, diyordu kendisini dinleyecek birini buldu mu, hem de durum ve koşullar elverir elvermez. Biz onlardan haber alacağız, onlar da bizden! Ayrıca, çok iyi tanırım kendilerini, müthiş beceriklidirler. Üç kişi oldukları halde, bütün sanat, bilim ve sanayi kaynaklarını uzaya götürmüş durumdadırlar. Bu saydıklarımlaysa, insan her dilediğini yapar, göreceksiniz, sıyrılacaklar bu işin içinden!
Dipnotlar
1. Birleşik Devletler Harp Okulu’nun bulunduğu yer.
2. Baldırı çıplaklar.
3. Aslı “Club-Canon” (Top Kulübü).
4. Bir mil 1 609 metre 31 santimdir, yani aşağı yukarı üç fersah.
5. Birleşik Devletler’de köleliğin kaldırılması için savaşan gazetelerin en saldırganı.
10. Yunanca selene (Ay) sözcüğünden yapılmış bir terim, aysal.
11. M. Warren de la Rue’nün çektiği harika Ay fotoğraflarına bakınız.
12. Yarda, aşağı yukarı 91 cm’dir.
13.Bu kitapçık, Fransa’da, 1840’ta Roma kuşatması sırasında öldürülen Cumhuriyetçi Laviron tarafından yayınlanmıştır.
14. Yaklaşık olarak 11 000 m/sn.
81. Öteleme ya da ötelenme (translation), bir cismin ana eksenine dik düzlemler boyunca kırılmasıdır. [ç.n.]
Jules Verne, Ay'a Yolculuk, "DE LA TERRE Â LA LUNE, Orijinal Fransızca metinden kısaltılmadan çevrilmiştir, Çev. Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları 2009/9, İstanbul
* 1 *
GUN-CLUB (SİLAH KULÜBÜ)
Birleşik Devletler İçsavaşı sırasında, Maryland eyaletinin göbeğindeki Baltimore kentinde, son derece etkili yeni bir kulüp kuruldu. Gemi sahiplerinden, tüccarlardan ve makinistlerden oluşan bu halktaki askerlik içgüdüsünün ne büyük bir hızla geliştiğini hepimiz biliriz. En sıradan tüccarlar tezgâhlarının üstünden atladıkları gibi, West Point’teki[1] uygulama okullarından geçmeden yüzbaşılığa, albaylığa, generalliğe başlayıverdiler: “Savaş sanatı”nda kısa sürede eski kıtadaki meslektaşlarına yetiştiler ve onlar gibi, top güllelerini, milyonları ve insancıkları üst üste yığarak anlı şanlı yengiler elde ettiler.
Ancak Amerikalılar özellikle atışbilimde Avrupalıları epey geride bıraktılar. Kullandıkları silahlar daha büyük bir yetkinliğe erişmedi, ama boyutları alışılmamış ölçülere ulaştığından, attıkları mermiler de o güne dek ulaşılmamış uzaklıklara düşmeye başladı. İngilizlerin, Fransızların, Prusyalıların sıyırtma atışlarında, aşırtma atışlarında, düz atışlarda, çapraz, sıra ve ters atışlarda öğrenecekleri bir şey kalmamıştır; ama Amerikan topçusunun harika aygıtları yanında topları, obüsleri ve havanları cep tabancasından başka bir şey değildir.
Bunda da şaşacak bir yan yok doğrusu. İtalyanlar nasıl doğuştan müzikçi, Almanlar da fiziköteciyse, Yankiler de doğuştan makineci, yani mühendistirler. Dolayısıyla, o gözü pek ustalıklarını atışbilime aktarmaları son derece doğaldır. Böylece dikiş makinelerinden daha az yararlı, ama en az onlar kadar şaşırtıcı, onlardan daha çok hayranlık verici dev gibi toplar ortaya çıkmıştır. Bu alanda Parrott, Dahlgreen, Rodman fabrikalarının harikalarını hepimiz biliriz. Armstrong’lar, Pallisser’ler, Treulle’ler okyanusun öte yakasında yapılan ağabeylerinin önünde saygıyla eğilmekten başka bir şey beceremez herhalde.
Dolayısıyla, Güneyliler ile Kuzeylilerin giriştiği o korkunç savaş sırasında başköşeye topçular kuruldu; Top Fabrikaları Birliği’nin gazeteleri her gün yeni buluşları kutluyor, en sıradan satıcılar, en saf “booby”ler[2] gece gündüz mermilerin akıl almaz yörüngesini hesaplamak üzere kafa patlatıyordu.
Öte yandan, Amerikalı’nın birinin aklına bir fikir geldi mi, hemen bunu paylaşacak ikinci bir Amerikalı arar. Üçü bir araya geldiler mi de bir başkan ile bir yazman seçerler. Dört oldular mı, bir de arşivci atarlar ve yazıhane çalışmaya başlar. Sayıları beşi buldu mu hemencecik bir genel kurul toplantısı yaparlar, kulüp kurulmuştur. Baltimore’da da işler öyle oldu. Yeni bir top bulan adam, bu topun demirini eriten ve ona delik açanlarla birleşti. Böylece Gun-Club’ün[3] (Silah Kulübü’nün) çekirdeği oluştu. Kuruluşundan bir ay sonra, sekiz yüz otuz üç gerçek, otuz bin beş yüz yetmiş beş de yazışmalı üyesi vardı.
Derneğe girmek isteyenlerde sine qua non (vazgeçilmez) bir koşul aranıyor, yeni bir top bulmuş ya da hiç değilse eski bir topu mükemmelleştirmiş olması isteniyordu; top olmazsa, başka bir ateşli silah olmalıydı. Ancak, doğrusunu isterseniz, on beş mermili tabanca, döner toplu karabina ya da kılıç-tabanca bulanlar pek saygı görmüyordu. Topçular her fırsatta geçiyordu onları.
“Gördükleri saygı,” dedi Gun-Club’ün en bilgili konuşmacılarından biri günün birinde, “toplarının ‘kitlesi’yle ve ‘mermilerinin düştüğü uzaklığın karesi’yle düz orantılıdır!”
Hani bir bakıma, Newton’ın yerçekimi yasası ahlak alanına aktarılmıştı.
Gun-Club kurulduktan sonra, Amerikalıların yaratıcı yeteneğinin bu alanda neler döktürdüğünü kolayca tahmin ediyorsunuzdur sanırım. Savaş aletleri devimsi boyutlara erişti ve mermiler yasaların çizdiği sınırların ötesine taşarak kendi halindeki gezinticileri ikiye biçmeye başladı. Bütün bu buluşlar Avrupa topçuluğunun çekingen aygıtlarını fersah fersah geride bıraktı. Şu rakamlara bir bakın hele.
Eskiden, “eski güzel günlerde”, otuz altılık bir mermi, üç yüz ayak uzaklıktaki yan yana dizilmiş otuz altı beygirle altmış sekiz insanı delip geçiyordu. Savaş sanatının emekleme çağıydı bu. O günden bu yana mermiler epey yol aldılar. Yedi mile[4] ateş edebilen Rodman topu, yarım tonluk mermisiyle, yüz elli atla üç yüz adamı kolayca devirebilmekteydi. Hatta Gun-Club’te bunun gözler önünde sınanması önerildi. Ancak, atlar bu denemeye razı olduysalar da, insanlar ne yazık ki yan çizdi.
Her neyse, toplar çok öldürücüydü, her atışta insancıklar sapır sapır dökülmekteydi. 1587’de, Coutras’da yirmi beş insanı savaş dışı eden, 1758’de Zorndoff’ta kırk piyadenin canına kıyan şu ünlü mermilerin ya da 1742’de Kesselsdorf fabrikalarının yaptığı ve her atışta yetmiş düşmanı yere seren Avusturya topunun ne anlamı vardı bu kocaman gülleler yanında? Savaşın yazgısını değiştiren o ünlü Lena ya da Austerlitz bombardımanlarının adı mı okunurdu? İçsavaş’ta bunun nicelerini görmüştü insanlar! Gettysburg’da, yivli bir topun fırlattığı bir mermi yetmiş üç Birleşik Devletler askerini yere yıkmış; Potomac Geçidi’nde, bir Rodman güllesi iki yüz on beş Güneyli’yi bizimkinden hiç kuşkusuz daha iyi bir dünyaya yollamıştı. Gun-Club’ün seçkin üyesi ve değişmez yazmanı J. T. Maston’ın bulduğu harika topu da anmalıyız, bu silahın elde ettiği sonuç çok daha korkunç olmuş, deneme atışında -parçalanarak- tam üç yüz otuz yedi kişiyi öldürmüştür!
Kendileri yeterince şey anlatan bu rakamlara ekleyecek ne var? Hiçbir şey. O yüzden, istatistikçi Pitcairn’in bulduğu şu hesabı hiç tartışmasız kabul edeceksinizdir: Top mermileriyle can veren insan sayısını Gun-Club üyelerinin sayısına böldüğünde, her birinin, tek başına, ortalama iki bin üç yüz yetmiş beş onda bilmem kaç kişi öldürdüğünü görmüştür.
Bu rakama bakılırsa, sözü geçen bilgili derneğin biricik uğraşının, insancıl bir amaç uğrunda ve uygarlık aracı sayılan silahların yetkinleşebilmesi için insan soyunun ortadan kaldırılması olduğu anlaşılıyor.
Aslında dünyanın en iyi insanları olan Azraillerin kurduğu bir dernek olup çıkmıştı Gun-Club.
Ayrıca, bu yiğit Yankilerin işi yalnızca birtakım formüller bulmakta bırakmayıp giriştikleri denemelerin bedelini alın terleriyle de ödediklerini belirtmek gerekir. Aralarında teğmeninden generaline dek her rütbeden subay, her yaştan asker vardı, bu uğraşa yeni atılanlar ile top kundaklarında saçlarını sakallarını ağartmışlar omuz omuzaydı. Pek çoğu savaş alanlarında kaldı, adları Gun-Club’ün onur defterine yazıldı, geri gelenlerin çoğundaysa tartışma götürmez ataklıklarının belirtileri vardı. Koltuk değnekleri, takma bacaklar, takma kollar, kancalı eller, plastik çeneler, gümüş kafatasları, platin burunlar, sözün kısası her şey vardı bu derlemede ve yukarıda adını andığımız Pitcairn, Gun-Club’te dört kişiye zar zor bir kol, altı kişiye de iki bacak düştüğünü hesapladı.
Ama bizim yiğit topçular işe bu kadar yakından bakmıyor, savaş haberleri bülteninden atılan mermilerle kurban sayısının on katına çıktığını öğrendikleri zaman, haklı olarak, göğüsleri kabarıyordu.
Bununla birlikte, günün birinde, üzücü ve acıklı bir günde sağ kalanlar barış imzaladılar, toplar yavaş yavaş sustu, patlamalar kesildi, uzunca bir süre için ağızlarına kilit vurulan obüslerle boynu bükük toplar silah müzelerine çekildi, gülleler parklara yığıldı, kanlı anılar silindi, iyice gübrelenen pamuk tarlalarında kar beyaz çiçekler açtı, yas giysileri acılarla birlikte eskidi ve Gun-Club tam anlamıyla aylak kaldı.
Bazı kazmacılar, inatçı emekçiler hâlâ atış hesapları yapmaktaydı; hep dev gibi güllelerin, eşi bulunmaz obüslerin düşünü görüyorlardı. Ama uygulamaya geçemedikten sonra, neye yarardı o boş kuramlar? Dolayısıyla Kulüp’ün oturma odalarında in cin top oynuyor, uşaklar bekleme odalarında kestiriyor, gazeteler masalarda küfleniyor, karanlık köşelerden hüzünlü horultular geliyor ve eskiden müthiş gürültü eden üyeler, yıkıcı bir barışın zoruyla seslerini kesmiş, düşünsel topçuluğun düşlerini göre göre uyukluyorlardı!
— Çok yazık, dedi bir akşam tahta bacaklarını ateşte kavurmakta olan yiğit Tom Hunter. Ne yapacak bir şey kaldı, ne de bir umut! Ne can sıkıcı bir yaşayış! Nasıl aramazsın topların her sabah insanı neşeli gümbürtüleriyle uyandırdığı o eski günleri?
— Geçti o günler, diye karşılık verdi çevik Bilsby, olmayan kollarını germeye çalışarak. Zevkli günlerdi onlar! İnsan kendi obüsünü buluyor, daha kalıptan çıkarır çıkarmaz düşman önünde sınamaya koşuyordu; sonra Sherman’dan bir aferin alarak ya da MacClellan’la dostça el sıkışarak ordugâha dönüyordu. Bugünse, generaller tezgâhlarının başına çöktüler ve sağa sola mermi yerine, zararsız pamuk balyaları yolluyorlar! Ah, dinine yandığımın! Amerika’da topçuluk öldü canım!
— Evet, Bilsby, diye bağırdı Albay Blomsberry, çok acı düş kırıklıkları bunlar! İnsan bütün dingin alışkanlıklarını bırakıyor, silah eğitimine başlıyor, Baltimore’dan savaş alanına koşuyor, kahramanca vuruşuyor ve iki üç yıl sonra, onca yorgunluğun meyvesini elinden kaçırmak, kör olası bir aylaklık içinde uyuklamak, elleri cebinde dolaşmak zorunda kalıyor.
Aslını ararsanız, bizim yiğit albayın, aylaklığını böyle bir örnekle anlatmaması gerekirdi.
— Üstelik ufukta yeni bir savaş belirtisi de yok! dedi ondan sonra söz alan ünlü J. T. Maston kolunun ucundaki demir kancayla sert kauçuk kaplı kafasını kaşıyarak. En küçük bir kara bulut gözükmüyor, hem de topçuluk biliminde yapılacak onca şey dururken! Örneğin, bendeniz bu sabah, planıyla, yandan kesiti ve önden görünüşüyle, savaş yasalarını değiştirecek bir havan topunun ölçekli çizimini bitirmiş bulunuyorum!
— Yok canım? diye karşılık verdi Tom Hunter, elinde olmaksızın saygıdeğer J. T. Maston’ın son denemesini düşünerek.
— Gerçekten, diye yanıtladı beriki. Ama neye yarayacak iyi sonuç veren onca inceleme, yenilen onca güçlük? Boşu boşuna çalışmak değil mi bu? Yenidünya halkları barış içinde yaşamak için söz birliği etmişe benzer ve bizim savaş yanlısı Tribune[5] bile nüfus artışındaki fazlalığın doğuracağı pek yakın yıkımlardan dem vurmaya başladı!
— Bununla birlikte, Maston, diye söze karıştı Albay Blomsberry, Avrupa’da ulus bütünlüğü ilkesi uğrunda hâlâ savaşılmakta!
— Ee?
— Eesi bu! Hizmetimiz kabul edilse, oralarda bir şeyler deneyebilirdik belki...
— Ciddi mi söylüyorsunuz bunu? diye bağırdı Bilsby. Yabancılar hesabına atışbiliminde yenilikler aramak ha!
— Hiçbir şey yapmamaktan iyidir, diye yanıtladı albay.
— Hiç kuşkusuz öyle, dedi J. T. Maston, ama bu çareyi akıldan bile geçirmemek gerekir.
— Nedenmiş? diye sordu albay.
— Eskidünya’dakilerin ilerleme konusunda öyle garip fikirleri vardır ki, biz Amerikalıların alışkanlıklarıyla taban tabana zıttır. Bu adamlar asteğmen olmadan general olunabileceğini düşünemiyorlar bile, sizin anlayacağınız, onlara göre, ancak kendi topunu dökmüş olan iyi nişancılık yapabilir! Oysa, bu iş...
— Düpedüz saçma! diye karşılık verdi Tom Hunter oturduğu koltuğun kollarını elindeki “bowie-knife”la[6] delik deşik ederek. Bu durumda, gidip tütün ekmekten ya da balina yağı damıtmaktan başka çare kalmıyor demektir!
— Nee! diye bağırdı J. T. Maston çın çın öten bir sesle. Ömrümüzün geri kalan yıllarını ateşli silahların yetkinleştirilmesine harcayamayacak mıyız yani? Mermilerimizin düştüğü uzaklığı ölçebilmek için başka bir fırsat çıkmayacak mı önümüze? Gökyüzü toplarımızın parıltısıyla aydınlanmayacak mı bir daha? Atlantik ötesindeki güçlerden birine savaş açmamıza izin verecek uluslararası bir güçlük çıkmayacak ha! Fransızlar buharlı gemilerimizden hiçbirini batırmayacak, İngilizler insan haklarını hiçe sayıp yurttaşlarımızdan üç dördünü sallandırmayacak demek!
— Hayır, Maston, diye karşılık verdi Albay Blomsberry, böyle bir mutluluğa eremeyeceğiz! Hayır! Dediklerinizden hiçbiri olmayacak, olsa da biz bundan yararlanamayacağız! Amerikan alınganlığı günden güne törpüleniyor, yavaş yavaş kadınların boyunduruğuna giriyoruz!
— Evet, evet, küçük düşüyoruz! diye yanıtladı Bilsby.
— Gelen giden suratımıza tükürüyor! diye atıldı Tom Hunter.
— Bütün bu dedikleriniz ne yazık ki çok doğru, diye karşılık verdi J. T. Maston yeniden coşarak. Dövüşmek için bin bir türlü neden var ama dövüşmüyoruz! Kolları bacakları koruyoruz hem de onları kullanmayı bilmeyen insanların kollarını bacaklarını! Üstelik savaş nedenini öyle uzaklarda aramaya gerek de yok, Kuzey Amerika bir zamanlar İngilizlerin değil miydi?
— Elbette onlarındı, diye karşılık verdi Tom Hunter koltuk değneğinin ucuyla öfkeli öfkeli ateşi karıştırarak.
— Tamam işte! diye devam etti J. T. Maston, neden şimdi de İngiltere Amerikalıların olmasın?
— Böylece hak yerini bulurdu, diye yanıtladı Albay Blomsberry.
— Gidin de bunu Birleşik Devletler Başkanı’na önerin bakalım, diye bağırdı J. T. Maston, görürsünüz sizi nasıl karşılayacağını!
— Kötü karşılar, diye mırıldandı Bilsby savaştan sağlam çıkarabildiği dört dişinin arasından.
— Vallahi, diye haykırdı J. T. Maston, gelecek seçimlerde benden oy beklemesin!
— Bizden de, diye karşılık verdi öbür savaşçı malul gaziler.
— Bu arada, son olarak şunu belirteyim ki, diye devam etti J. T. Maston, yeni havanımı bir savaş alanında deneme fırsatı verilmezse, hemen Gun-Club’ten istifa ediyor, gidip kendimi Arkansas çöllerine gömüyorum.
— Biz de arkandan, diye karşılık verdiler gözü pek J. T. Maston’un söyleşi arkadaşları.
İşler sarpa sarar, bizimkiler kızıştıkça kızışır ve kulüp dağılma tehlikesi geçirirken, beklenmedik bir olay bu üzücü yıkımı önleyiverdi.
Bu konuşmadan bir gün sonra, üyelerin her biri, şöyle kaleme alınmış bir genelge alıyordu:
Baltimore, 3 Ekim
Gun-Club Başkam, üye arkadaşlarına, bu ayın 5’indeki toplantıda, kendilerini yakından ilgilendirecek bir haber vereceğini bildirmekle onur duyar. Dolayısıyla da, üyelerin, işleri ne olursa olsun, o günkü toplantıya mutlaka katılmalarını rica eder.
En içten duygularla
IMPEY BARBICANE, G.-C.B.
* 2 *
Impey Barbicane kırk yaşlarında, dingin, soğuk ve ciddi yüzlü, son derece sert ve içine kapanık bir adamdı; bir kronometre şaşmazlığında, her sınavdan başarıyla çıkacak nitelikte, kişiliği sarsılmaz bir insandı; şövalye ruhlu olmamakla birlikte, serüvenci, en gözü pek girişimlere bile pratik fikirler katan biriydi; sizin anlayacağınız tam anlamıyla New-England’lı, sömürgeci bir Kuzeyli, Stuart’ların anasını bellemiş olan şu Yuvarlak Kafalılardan biri. Güneylilerin can düşmanı, anayurttaki amansız şövalyelerin torunu olduğunu yadsımayan bir adamdı. Sözün kısası, kalıptan çıkmış bir Yanki.
Barbicane kereste ticaretinde büyük servet yapmıştı; savaş sırasında topçu birliklerinin başına getirilmiş, yeni buluşlarıyla dikkati çekmişti; bu atılgan fikirli adam, topun gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş, denemelere müthiş bir hız kazandırmıştı.
Orta boylu ve Gun-Club’te pek ender rastlanan bir talihle, bütün organları tamam bir insandı. Derin yüz çizgileri gönyeyle ve cetvelle çekilmişe benziyordu; eğer bir adamın içgüdülerini kestirebilmek için yüzünün yandan görünüşüne bakmak gerektiği sözü doğruysa, bu açıdan bakıldığında, Barbicane’in suratında enerjinin, gözü pekliğin ve soğukkanlılığın kesin belirtileri okunmaktaydı.
O anda, bakışlarını kendi içine çevirmiş, Amerikan kellelerine çakılmışa benzeyen, kara ipekliden yapılmış uzun silindir şapkasının altına gömülmüş, ağzını açmadan, kıpırdamadan, dalgın dalgın oturuyordu.
Arkadaşları çevresinde yüksek sesle konuşuyor, ama onun dalgınlığını bozamıyorlardı; birbirlerine toplantının nedenini soruyor, doludizgin varsayımlara girişiyor, başkanlarını gözlüyor, o kılı kıpırdamayan yüzünde çözmeye uğraştıkları sorunun bilinmeyenini yakalamaya uğraşıyorlardı boşu boşuna.
Büyük toplantı salonundaki duvar saati gök gürültüsünü andıran bir sesle sekizi vurduğu zaman, Barbicane, yaylıymış gibi ansızın ayağa fırladı; hemencecik genel bir sessizlik oldu ve konuşmacı, azıcık tumturaklı bir dille anlatmaya başladı:
— Yiğit arkadaşlarım, verimsiz bir barış Gun-Club üyelerini nicedir üzücü bir aylaklığa düşürmüş bulunuyor. Olaylarla dolu birkaç yıldan sonra, çalışmalarımızı bırakmak, gelişim yolunun yarısında durmak zorunda kaldık. Şunu yüksek sesle belirtmekten çekinmeyeceğim, bizleri silahlarımıza kavuşturacak her türlü savaşın başımızın üzerinde yeri vardır...
— Ah, savaş, ah! diye haykırdı coşkun J. T. Maston.
— Dinleyelim! Dinleyelim! diye bağrışıldı dört bir yandan.
— Oysa, bugünkü durum ve koşullarda, dedi Barbicane, savaş olanaksızdır ve sözümü kesen saygıdeğer arkadaşımın tüm umutlarına karşın, toplarımız bir savaş alanında gümbürdeyene dek daha uzun yıllar geçecektir. Bu yüzden, her şeyi olduğu gibi kabul etmek ve içimizi yakıp kavuran eylem gereksinimini başka bir fikir düzeninde doyurmak gerekir!
Genel Kurul, Başkan’ın can alıcı noktaya değinmek üzere olduğunu sezdi. Dikkatler iki katına çıktı.
— Birkaç aydır, yiğit arkadaşlarım, diye devam etti Barbicane, kendi kendime, uzmanlık dalımız içersinde kalarak, XIX. yüzyıla layık büyük bir denemeye girişip girişemeyeceğimi ve atışbilim alanındaki gelişmelerin böyle bir denemeyi başarıyla sonuçlandırmamıza izin verip vermeyeceğini sormaktayım. Dolayısıyla oturup araştırdım, çalıştım, hesap ettim ve incelemelerim beni, başka hiçbir ülkede yapılamayacak bir girişimde başarıya ulaşabileceğimize inandırdı. Uzun uzun üzerinde durulmuş olan bu tasarı, bugünkü bildirimin konusu olacak; sözünü ettiğim tasarı sizlere, Gun-Club’ün geçmişine layıktır ve dünyanın dört bir yanında tepkilere yol açacaktır!
— Büyük tepkilere mi? diye bağırdı tutkulu bir topçu.
— Sözün en gerçek anlamıyla yer yerinden oynayacak, diye karşılık verdi Barbicane.
— Kesmeyin! diye yineledi birkaç ses.
— Onun için, yiğit arkadaşlarım, diye devam etti Başkan, bütün dikkatinizi bana vermenizi rica ediyorum.
Genel Kurul'da bir heyecan dalgası esti. Hızlı bir el hareketiyle şapkasını tepesine iyice yerleştiren Barbicane, dingin bir sesle konuşmasını sürdürdü:
— Yiğit arkadaşlarım, içinizde Ay’ı görmemiş, hiç değilse adını duymamış kişi yoktur. Gelip size gece yıldızından söz açışıma şaşmayın. Bakarsınız bu bilinmeyen ülkenin Kolomb’ları olma talihi bize ayrılmıştır. Sözlerimi iyi anlayın, var gücünüzle destekleyin beni, elinizden tutup oraya götüreceğim sizleri ve Birleşik Devletler’i oluşturan otuz altı devlete onun da adı eklenecek!
— Yaşasın Ay! diye bağırdı Gun-Club üyeleri hep bir ağızdan.
— Ay’ı uzun uzun incelemiş bulunuyoruz, diye devam etti Barbicane; kitlesi, yoğunluğu, ağırlığı, hacmi, yapısı, hareketleri, Dünya’ya uzaklığı, Güneş Sistemi’ndeki rolü tamı tamına belirlendi; Dünya haritalarından üstün değilse bile, en azından onlara denk selenografik[10] haritalar yapıldı; fotoğrafçılık, uydumuzun erişilmez güzellikte görüntülerini elimizin altına getirdi.[11] Sözün kısası, matematik, gökbilim, yerbilim ve optiğin öğretebileceği her şeyi biliyoruz Ay konusunda; ancak, şimdiye dek bu gezegenle aramızda dolaysız iletim kurulamamıştır.
Bu sözler yaman bir ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı.
— İzin verirseniz, diye devam etti bizimki, birkaç sözcükle, düşsel yolculuklara çıkan birtakım ateşli insanların uydumuzun gizlerini çözdüklerini nasıl öne sürdüklerini hatırlatayım. XVII. yüzyılda, David Fabricius adında biri, kendi gözüyle Ay’daki yaratıkları gördüğünü söyleyerek övünmüştür. 1649’da, Jean Baudoin adlı bir Fransız, İspanyol Serüvencisi Dominique Gonzales’in Ay Gezegenine Yaptığı Yolculuk'u yayımlamıştır. Aynı çağda, Cyrano de Bergerac, Fransa’da büyük üne kavuşan şu tanınmış seferi anlatan kitabı çıkarmıştır. Daha sonra, başka bir Fransız -bu adamlar Ay’la pek çok uğraşmaktadırlar- Fontenelle, çağının başyapıtlarından Dünyaların Çokluğu'nu bastırmıştır; ancak bilim, kendi yolunda ilerlerken, başyapıtları bile çiğner geçer! 1835’e doğru, New York American'dan çevrilmiş bir bilimsel yazı, gökbilimsel incelemelerde bulunmak üzere Ümit Burnu’na gönderilmiş olan Sir John Herschel’in, içeriden aydınlatılmış bir teleskop yardımıyla, Ay’ı seksen yardaya[12] getirdiğini anlatır. Dediğine göre, suaygırlarının yaşadığı mağaralar, yer yer sarı sırmayla bezenmiş yemyeşil dağlar, fildişi boynuzlu koyunlar, beyaz keçiler, yarasa kanatlı insanlar görmüş. Locke[13] adındaki bir Amerikalı’nın kaleme aldığı bu küçük kitapçık, büyük bir başarı elde etmiştir. Ama kısa zamanda bunun bilimsel bir kandırmaca olduğu ortaya çıkmış ve bu işe ilk gülenler Fransızlar olmuştur.
— Bir Amerikalı’ya gülmek ha! diye haykırdı J. T. Maston. Tamam, işte size bir casus belli (savaş nedeni)...
— İçiniz rahat etsin, saygıdeğer dostum. Fransızlar, gülmezden önce, bir güzel kanmışlardı yurttaşımıza. Şu kısa tarihçeyi bitirmek üzere bir şey daha ekleyeceğim: Rotterdam’lı Hans Pfaal diye biri, hidrojenden otuz yedi kere hafif olan azot gazıyla doldurulmuş bir balonla, on dokuz günlük yolculuktan sonra, Ay’a varmıştır. Bu yolculuk da, kendisinden önceki girişimler gibi, salt düşünseldir, ama Amerika’nın çok iyi tanıdığı, garip yetenekli, gözlemci bir yazar tarafından yaratılmıştır. Poe’dan söz ediyorum!
— Yaşşa Edgar Poe! diye bağırdı Genel Kurul, başkanlarının sözleriyle elektriklenerek.
— Yalnızca edebi diyebileceğim ve gece yıldızıyla ciddi ilişkiler kurulmasına izin vermeyen bu denemelerin tarihçesini bitirmiş bulunuyorum. Ancak, kimi uygulayıcı kişilerin bu yıldızla ciddi bir iletime girmek üzere denemeler yaptıklarını da belirtmek zorundayım. Nitekim, bundan birkaç yıl önce, bir Alman geometricisi, Sibirya steplerine bir bilginler kurulu gönderme önerisinde bulundu. Orada, geniş ovalar üzerine, ışıklı yansıtıcılarla çizilmiş büyük geometrik şekiller, bu arada, Fransızların halk ağzıyla “Eşek Köprüsü” dedikleri hipotenüsün karesi yerleştirilecekti. “Her zeki insan bu şeklin bilimsel amacını anlamak zorundadır,” diyordu Alman geometrici. “Selenitler (Aylılar), varsalar, buna benzer bir şekille karşılık verirler ve böylece iletim kurulduktan sonra, Ay’daki yaratıklarla anlaşmaya izin verecek bir araç yaratmak kolaylaşır.” Böyle diyordu Alman bilgin, ama tasarısı hiçbir zaman uygulamaya konmadı ve günümüze dek Dünya ile uydusu arasında hiçbir dolaysız bağ olmadı. Şimdi, Ay’la ilinti kurma işi Amerikalıların üstün pratik yeteneğine kalmış bulunuyor. Oraya varmanın yolu basit, kolay, kesin, şaşmazdır, bugünkü önerimin konusu da budur zaten.
Korkunç bir gürültü, bağırış çağırışla karşılandı bu sözler. Konuşmacının sözleriyle etkilenmeyen, kendini onlara kaptırıp havalara yükselmeyen bir tek dinleyici yoktu salonda. “Dinleyin! Dinleyin! Susun da dinleyin!” diye sesler yükseldi dört bir yandan. Heyecan yatışınca, Barbicane daha ciddi bir sesle kaldığı yerden söylevine devam etti:
— Biliyorsunuz, dedi, atışbilim son yıllarda ne büyük gelişmeler gösterdi ve savaş sürseydi, ateşli silahlar müthiş bir yetkinliğe ulaşacaktı. Ayrıca, genel olarak, topların direnme gücüyle barutun yayılma gücünün sınırsız olduğunu da bilmez değilsiniz. Evet! İşte bu ilkeden yola çıkarak, kendi kendime, belli direnç koşulları içersinde yapılmış yeterli bir aygıtla, Ay’a bir mermi gönderilemez mi acaba diye sordum.
Bunun üzerine, binlerce heyecanlı göğüsten, bir anda, şaşkınlık belirtisi bir “Oh!” yükseldi; sonra, gök gürültülerinden önceki derin dinginliğe benzer bir anlık sessizlik oldu. Az sonra da gök gürültüsü patladı, ama bu seferki, toplantı salonlarını zangırdatan bir alkış, bağırış çağırış tufanıydı. Başkan konuşmak istiyor; başaramıyordu. Ancak on dakika sonra sesini duyurabildi.
— Bırakın da sözümü bitireyim, diye devam etti soğuk bir sesle. Sorunu her açıdan ele aldım, kararlılıkla inceledim ve tartışma götürmez hesaplarım gösterdi ki, saniyede on iki bin yarda[14] hızla Ay’a doğru yola çıkacak her mermi, mutlaka amacına varacaktır. Dolayısıyla, yiğit arkadaşlarım, sizlere bu küçük denemeye girişmeyi öneriyorum!
*3*
YENİ BİR YILDIZ
Yürekleri küt küt attıran haber hemen o gece bütün Birleşik Devletler’de bomba gibi patladı ve tabii orda kalmayıp telgraf telleriyle okyanusu aştı, dünyanın dört bir yanına yayıldı. Long’s-Peak’teki dev gök dürbünü aracılığıyla, mermi görülmüştü.
Cambridge Gözlemevi Yönetmeninin tuttuğu not şöyle. Ki bu, Gun-Club’ün giriştiği büyük denemenin bilimsel sonucuydu.
LONG’S-PEAK, 12 Aralık
CAMBRİDGE GÖZLEMEVİ
YÖNETİM KURULU’NUN
SAYIN ÜYELERİNE,
Stone’s-Hill’deki Columbiad’ın fırlattığı mermi, 12 Aralık günü, akşam sekiz kırk yedide, Ay sondördüne girmiş durumdayken, Bay Belfast ile Bay J. T. Maston tarafından görülmüştür.
Mermi hedefine varmamıştır. Ancak, Ay’ın çekimine kapılacak kadar da yakınından geçmiştir.
Bundan sonra düz çizgi halindeki hareketi, baş döndürücü hızdaki bir çembersel harekete dönüşmüş ve mermi Ay çevresinde elips biçimindeki bir yörüngeye oturup onun uydusu olmuştur.
Bu yeni yıldızın öğeleri henüz belirlenememiştir. Ne öteleme hızı,[81] ne de dönme hızı bilinmektedir. Ay’ın yüzeyi ile arasındaki uzaklık aşağı yukarı iki bin sekiz yüz otuz üç mildir (4 500 fersahtır).
Şimdi iki varsayım ortaya atılabilir ve bunlar merminin durumunda şu değişikliklere yol açar:
Ya sonunda Ay’ın çekimi ağır basar ve yolcular hedeflerine varırlar...
Ya da, değişmez bir düzene giren mermi, Ay çevresinde sonsuza dek döner...
Gözlemler, günün birinde, bunlardan hangisinin doğru çıkacağını gösterecektir; ama Gun-Club’ün girişimi, şimdilik, Güneş Sistemimize yeni bir yıldız kazandırmaktan başka sonuç vermemiştir.
J. M. BELFAST
Bu beklenmedik çözüm ne kadar çok sorun ortaya çıkarıyordu! Gelecek, bilimsel araştırmalara nasıl gizlerle dolu bir durum hazırlıyordu! Üç kişinin yiğitlik ve kendilerini adayışlarıyla, ilk bakışta hiçbir işe yaramaz gibi gözüken Ay’a mermi atma denemesi, etkileri hesaplanamayacak, son derece önemli bir sonuç doğurmuştu.
Yolcular yeni uydularında kapalı kalmış, hedeflerine varamasalar bile, Ay’ın bir parçası olmuşlardı; gece yıldızının çevresinde dönüp duruyorlar ve böylece tarihte ilk kez, çıplak gözle Ay’ın gizlerini görebiliyorlardı. Nicholl, Barbicane ve Michel Ardan adları bundan sonra gökbilimsel törenlerde anılacaktı, çünkü bu gözü pek araştırıcılar, insan bilgilerinin çemberini genişletme konusundaki susuzluklarıyla yiğitçe uzaya atılmış, son zamanların en garip girişimi uğrunda kelleyi koltuğa almışlardı.
Bununla birlikte, Long’s-Peak’ten gelen tutanak öğrenilir öğrenilmez, dünyanın dört bir yanında şaşkınlığa ve korkuya düşüldü. Bu gözü pek Dünyalıların yardımına koşulabilir miydi?
Hayır, koşulamazdı, çünkü onlar, Tanrı’nın yeryüzündeki yaratıklarına koyduğu sınırları çiğnemiş, insanlığın dışına taşmışlardı. İki ay süreyle kendilerine hava üretebilirlerdi. Bir yıllık yiyecekleri vardı. Peki ondan sonra?.. Bu soru en vurdumduymazların bile yüreğini küt küt attırıyordu.
Bir tek kişi durumun umutsuz olduğunu kabule yanaşmıyor, denemenin başarıyla sonuçlanacağına inanıyordu; bu, Ay yolcularının sadık dostu, onlar kadar gözü pek ve kararlı bir insan olan, yiğit J. T. Maston’dı.
Zaten gözlerini onlardan ayırmıyordu. Gelip Long’s-Peak’teki gözlem noktasına yerleşmişti; bütün ufku, gök dürbününün o kocaman yansıtıcı aynasıydı. Ay doğar doğmaz onu dürbünün görüş alanı içerisine alıyor, bir an bile gözünü ondan ayırmıyor, yıldızlar arasındaki yürüyüşünü adım adım izliyordu; merminin gümüş rengi Ay yuvarlağı üzerinden geçişini bitmez tükenmez bir sabırla gözlüyor ve bu saygıdeğer insan, günün birinde yeniden görmekten umudunu kesmediği üç dostuyla sürekli iletim halinde bulunuyordu.
— Yazışacağız onlarla, diyordu kendisini dinleyecek birini buldu mu, hem de durum ve koşullar elverir elvermez. Biz onlardan haber alacağız, onlar da bizden! Ayrıca, çok iyi tanırım kendilerini, müthiş beceriklidirler. Üç kişi oldukları halde, bütün sanat, bilim ve sanayi kaynaklarını uzaya götürmüş durumdadırlar. Bu saydıklarımlaysa, insan her dilediğini yapar, göreceksiniz, sıyrılacaklar bu işin içinden!
Dipnotlar
1. Birleşik Devletler Harp Okulu’nun bulunduğu yer.
2. Baldırı çıplaklar.
3. Aslı “Club-Canon” (Top Kulübü).
4. Bir mil 1 609 metre 31 santimdir, yani aşağı yukarı üç fersah.
5. Birleşik Devletler’de köleliğin kaldırılması için savaşan gazetelerin en saldırganı.
10. Yunanca selene (Ay) sözcüğünden yapılmış bir terim, aysal.
11. M. Warren de la Rue’nün çektiği harika Ay fotoğraflarına bakınız.
12. Yarda, aşağı yukarı 91 cm’dir.
13.Bu kitapçık, Fransa’da, 1840’ta Roma kuşatması sırasında öldürülen Cumhuriyetçi Laviron tarafından yayınlanmıştır.
14. Yaklaşık olarak 11 000 m/sn.
81. Öteleme ya da ötelenme (translation), bir cismin ana eksenine dik düzlemler boyunca kırılmasıdır. [ç.n.]
Jules Verne, Ay'a Yolculuk, "DE LA TERRE Â LA LUNE, Orijinal Fransızca metinden kısaltılmadan çevrilmiştir, Çev. Bertan Onaran, Türkiye İş Bankası, Kültür Yayınları 2009/9, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder