Ray Bradbury
Gün Geldi Devran Döndü
Haberleri duyduklarında restoranlardan, kafelerden, otellerden çıkıp gökyüzüne baktılar. Kara ellerini yukarı bakan beyaz gözlerine siper ettiler. Ağızları açık bakıyorlardı. Sıcak öğle vakti gölgeleri yere vuran zencilerin gökyüzüne baktığı kasabalar binlerce kilometre boyunca uzanıyordu.
Mutfağındaki Hattie Johnson kaynayan çorbanın üzerini kapadı, ince parmaklarını bir beze sildi ve evin arka tarafındaki sundurmaya doğru dikkatlice yürüdü.
“Anne, gel! Hey, anne, gelsene, kaçıracaksın!”
“Hey, anne!”
Üç küçük zenci oğlan tozla kaplı bahçede dans edip bağırıyordu. Ara sıra eve sabırsızca bakıyorlardı.
“Geliyorum,” dedi Hattie ve tel kapıyı açtı.
“Bu söylentiyi de nereden duydunuz?”
“Jones’un mekânında, anne. Bir roket geliyormuş, yirmi yıldan beri gelen ilk roketmiş ve bir beyaz adam taşıyormuş!”
“Beyaz adam da nedir? Hiç görmedim.”
“Anlarsın ne olduğunu,” dedi Hattie.- “Çok yakında anlarsın beyaz adamı.”
“Anlat bize, anne. Eskiden yaptığın gibi anlat.” Hattie somurttu. “Uzun zaman önceydi. O zamanlar küçük bir kızdım. 1965 senesiydi.”
“Bize beyaz adamı anlat, anne!”
Hattie gelip bahçede durdu, ince, beyaz bulutların olduğu mavi ve berrak Mars gökyüzüne ve uzaklarda sıcaktan kavrulan Mars tepelerine baktı. Sonunda konuştu, “Öncelikle, elleri beyazdır.”
“Beyaz eller!” Çocuklar şakalaşıyor, birbirlerine vuruyordu.
“Kolları da beyazdır.”
“Beyaz kollar!” Çocuklar yuhaladı.
“Yüzleri de beyazdır.”
"Beyaz yüz mü? Sahiden mi?”
Yüzüne saçtığı tozun hapşırttığı çocuklardan en ufak olanı “Bunun gibi mi beyaz, anne?” dedi. “Böyle mi beyaz?”
“Ondan da beyaz,” dedi Hattie ciddi bir sesle, tekrar bakışlarını gökyüzüne yöneltti. Gözlerinde kaygı vardı, sanki bir fırtına görmeyi bekliyordu ve bunu görememek onu endişelendiriyordu. “İçeri girseniz iyi olacak.”
“Ah, anne!” Duyduklarına inanamadıkları bakışlarından belliydi. “Seyretmemiz lazım, seyretmezsek olmaz. Bir şey olmaz, değil mi?”
“Bilmiyorum. İçimde bir his var, o kadar.”
“Gemiyi görmek istiyoruz sadece, bir de belki havaalanına gidip şu beyaz adama bakarız. Beyaz adam nasıl olur ki, anne?”
“Bilmiyorum. Bilmiyorum,” dedi Hattie düşünceli düşünceli başını sallayarak.
“Biraz daha anlat!”
“Beyaz insanlar hepimizin yirmi yıl önce geldiği Dünya’da yaşar. Biz kalkıp Mars’a geldik, yerleştik, şehirler kurduk ve buradayız. Artık Dünyalı değil, Marslıyız. Bunca zamandır da hiçbir beyaz adam buraya gelmedi. Hikaye böyle.”
“Neden gelmediler, anne?”
“Çünkü biz buraya geldikten hemen sonra Dünya’da atom savaşı çıktı. Birbirlerini havaya uçurdular. Bizi unuttular. Yıllar sonra savaş bittiğinde roketleri kalmamıştı. Yeni roketleri ancak şimdi yapabildiler. İşte şimdi, yirmi yıl sonra, ziyarete geliyorlar.” Çocuklarını uyuşuk gözlerle süzdü ve yürümeye başladı. “Burada bekleyin. Elizabeth Brown’ın evine gidiyorum. Bir yere gitmeyeceğinize söz veriyor musunuz?”
“Gitmek istiyoruz ama kalacağız.”
“Tamam, o zaman.” Koşarak aşağı sokağa gitti. Brown ailesinin evine vardığında tüm ailenin arabaya tıkıştığını gördü. “Merhaba, Hattie! Atla sen de!”
Koşmaktan nefesi kesilmişti. “Nereye gidiyorsunuz?”
“Beyaz adamı görmeye!”
“Doğru,” dedi Bay Brown ciddi bir sesle. Arabadakileri gösterip, “Bu çocuklar hiç beyaz adam görmedi, ben de neredeyse neye benzediklerini unutmuşum.”
“Beyaz adama ne yapacaksınız?” diye sordu Hattie.
“Ne mi yapacağız?” diye sordu herkes. “Sadece bakacağız işte, hepsi bu.”
“Emin misiniz?”
“Ne yapacaktık ki başka?”
“Bilmem ki,” dedi Hattie. “Sorun çıkabilir diye düşünmüştüm.”
“Ne sorunu çıkacakmış?”
“Bilirsin işte,” dedi Hattie muğlak bir tonla, utanmıştı. “Onu linç etmeyeceksiniz, değil mi?”
“Linç etmek mi?” Herkes gülmüştü. Bay Brown diz kapağına vurup kahkaha attı. “Tanrı seni korusun, çocuğum, hayır! Gidip elini sıkacağız. Öyle değil mi, millet?”
“Evet, evet.”
Karşı yönden bir araba daha geldi ve Hattie seslendi. “Willie!”
“Buralarda ne yapıyorsun? Çocuklar nerede?” diye bağırdı kocası, kızgınlıkla. Diğerlerine baktı. “Enayi gibi o adamın gelişini görmeye mi gidiyorsunuz?”
“Aynen öyle,” diye onayladı onu Bay Brown gülümseyerek.
“Silahlarınızı yanınıza alın o zaman,” dedi Willie. “Ben eve kendi silahımı almaya gidiyorum.”
“Willie!”
“Arabaya bin, Hattie.” Willie kapıyı sıkıca açık tutup Hattie lafını dinleyinceye kadar ona baktı. Diğerlerine tek laf etmeden tozlu yolda hızla ilerledi.
“Willie, bu kadar hızlı gitme!”
“Hızlı gitmeyeyim mi? Göreceğiz şimdi.” Yolun arabasının altında kayıp gitmesini izledi. “Bunca yıl sonra ne hakla buraya geliyorlar? Neden bizi rahat bırakmıyorlar? Neden kendilerini eski dünyada havaya uçurup bizi rahat bırakmadılar ki?”
“Willie, bir Hıristiyan böyle konuşmamalı.”
“Kendimi hiç de Hıristiyan hissetmiyorum,” dedi Willie öfkeyle, direksiyon sallarken. “Zalimlik hissediyorum. Yıllar boyunca tüm o yaptıkları, anneme ve babama, senin anne ve babana yaptıklarını hatırlıyor musun? Babamı Knockwood Tepesi’nde nasıl astıklarını, annemi nasıl vurduklarını hatırlıyor musun? Yoksa senin hafızan da diğerleri gibi kısa mı?”
“Hatırlıyorum,” dedi Hattie.
“Doktor Phillips ve Bay Burton’u, onların büyük evlerini, annemin çamaşır kulübesini, babamın yaşlıyken bile çalışmaya devam etmesini, Doktor Phillips ve Bay Burton’un ona onu asarak teşekkür etmesini hatırlarsın. “Eh,” dedi Willie, “Gün geldi, devran döndü. Şimdi göreceğiz bakalım kimin aleyhine kanunlar çıkıyor, kim kimi linç ediyor, kim tramvayda arka koltuklara oturuyor, kim tiyatroda ayrı yerlere sıkıştırılıyor? Bekleyip göreceğiz.”
“Ah, Willie, beladan bahsediyorsun.”
“Herkes bundan bahsediyor. Herkes bu gün hakkında kafa yormuştur, asla gerçekleşmeyeceğini düşünmüştür. Beyaz adamın Mars’a geldiği gün nasıl bir gün olurdu? Ama o gün geldi ve bundan kaçamayız.”
“Beyazların burada yaşamasına izin vermeyecek misin?”
“Elbette.” Willie gülümsedi, ama bu zalimlik taşıyan bir gülümsemeydi, gözlerinde de çılgınlık vardı. “Gelip burada yaşayıp çalışabilirler, neden olmasın? Bunu hak etmek için tek yapmaları gereken şehirdeki kendi gecekondu mahallelerinde yaşamak, ayakkabılarımızı boyamak, çöpümüzü süpürmek, sinemada balkonun son sırasına oturmak. Tek istediğimiz bu. Bir de haftada bir kez bir iki tanesini asacağız. Bu kadar.”
“İnsan gibi konuşmuyorsun ve bu benim hoşuma gitmiyor.”
“Alışman gerekecek,” dedi Willie. Evin önüne geldiğinde frene asıldı ve arabadan atlarcasına indi. “Bir halat ve silahlarımı getir. işi usulüne göre yapacağız.”
“Ah, Willie,” diye yakardı Hattie. Willie eve koşup arkasından kapıyı çarparken Hattie arabada oturdu kaldı.
Hattie eve girdi. Eve girmek istememişti, ama Willie tavan arasını birbirine katmış, silahları bulana kadar çılgınlar gibi küfür edip durmuştu. Karanlık tavan arasında silahların gaddar metalinin parıldadığını gördü, ama karanlıkta Willie’yi göremiyordu, sadece ettiği küfürleri duyuyordu, sonunda Willie’nin uzun bacakları bir toz yağmuruyla beraber tavan arasından indi. Silahların haznelerini üfledi ve getirdiği pirinç fişekleri haznelere doldurmaya başladı. Yüzünde sertlik, ciddiyet ve yaşananlardan doğan, insanın içini kemiren bir öfke vardı. Ellerini birden, kontrolsüzce sallıyor “Bizi rahat bıraksınlar, bizi neden rahat bırakmıyorlar?” diye mırıldanıp duruyordu.
“Willie, Willie.”
“Sen de - sen de.” Willie ona aynı bakışı attı ve öfkesinin bir kısmı Hattie’nin zihnine dokundu. Çocuklar dışarıda gevezelik ediyordu.
“Süt gibi beyazmış dedi annem. Süt gibi beyaz.”
“Bu solmuş çiçek gibi beyaz mı?”
“Yazı yazdığın tebeşir kadar beyaz.”
Willie evden fırladı. “İçeri girin, çocuklar. Kapıyı üzerinize kilitleyeceğim. Beyaz adamı görmeyeceksiniz, onlardan bahsetmeyeceksiniz, hiçbir şey yapmayacaksınız. Gelin içeri.”
“Ama baba-”
Willie çocukları iterek kapıdan içeri soktu ve gidip bir kova boyayla bir şablon aldı. Garaja girip uzun, kalın bir halat aldı. Halatı elleriyle bir celladın ilmeğine dönüştürürken, bir yandan da gökyüzünü dikkatle izliyordu.
Ve sonra arabadaydılar, arkalarında toz bulutu bırakarak ilerliyorlardı. “Yavaşla, Willie.”
“Vakit yavaşlama vakti değil. Vakit acele etmek vakti ve ben de acele ediyorum.”
Yol boyunca gökyüzünü izleyen insanlar veya arabalarının üzerine tırmananlar veya arabalarıyla yolda gidenler vardı. Bazı arabalardan dünyadaki tüm kötülüklerin sona erişini gözlemleyen teleskoplar gibi yükselen silahlar uzanıyordu.
Hattie silahlara baktı. “insanlarla konuşuyordun,” diye suçladı kocasını.
“Öyle yapıyordum,” diye onayladı onu Willie homurdanarak. Şiddetli bakışlarla yolu izliyordu. “Her evde durdum ve onlara ne yapacaklarını anlattım. Silah, boya ve halat getirmelerini, hazır olmalarını söyledim. Ve işte hepimiz buradayız, karşılama komitesi olarak onlara şehrin anahtarını takdim etmeye hazırız. Evet, efendim!”
Hattie içinde büyüyen dehşeti itmek için ince ellerini birbirlerine bastırdı. Arabanın diğer arabalar arasında hızla ilerlediğini hissetti. Onlara “Hey, Willie, bak!” diye seslenenleri duyuyordu. Hızla ilerlerken, ellerinde halatlarla silahlar olan insanları ve onlara gülümseyen ağızlarını görebiliyordu.
“İşte geldik,” dedi Willie ve frene basarak arabayı toz içinde sessizliğe gömdü. Kapıyı tekmeleyerek açtı, silahları yüklenmişti, dışarı çıktı ve havaalanı çimenliğinde sürüklemeye başladı. “Neler yaptığını düşündün mü, Willie?”
“Yirmi yıldır tek yaptığım düşünmek oldu. Dünya’dan ayrıldığımda on altı yaşındaydım ve oradan ayrıldığıma memnundum,” dedi Willie. “Orada ne benim, ne senin, ne de bizim gibiler için hiçbir şey yoktu. Ayrıldığıma hiç üzülmedim. Burada huzur bulduk, ilk defa rahat bir nefes aldık. Gel şimdi.”
Willie onu karşılamaya gelen kalabalığı iterek ilerledi.
“Willie, Willie, ne yapacağız?”
“Al sana bir silah,” dedi Willie. “Sana da. Sen de al.” Silahları kollarını vahşice ileri atarak dağıtıyordu. “Sana bir tabanca. Sana bir pompalı tüfek.” insanlar birbirlerine o kadar yakındı ki silah almak için uzanan binlerce kollu tek bir siyah vücutmuş gibi duruyorlardı. “Willie, Willie.”
Hattie kocasının yanında dik ve sessizce duruyordu, dudaklarını sımsıkı kapatmıştı, gözleriyse ıslak ve hüzünlüydü. “Boyayı getir,” dedi Willie. Hattie bir galon sarı boyayı o an önünde yeni boyanmış ve üzerinde BEYAZ ADAMIN İNİŞİNE GİDER yazan bir tabela duran troleybüsün yanaşmakta olduğu alana taşıdı. Troleybüsten inenler çimenliğe dağılmış, gökyüzüne bakıyor ve yürürken tökezliyorlardı. Piknik sepetli kadınlar, hasır şapkalı, gömleklerinin kollarını sıvamış erkekler vardı. Troleybüs boştu ama motoru çalışıyordu. Willie troleybüse girdi, boya kutularını açtı, boyayı karıştırdı, fırçalardan birini denedi, şablonu çıkardı ve koltuklardan birine çıktı.
“Hey, oradaki!” Kondüktör bozuk paraları şıngırdatarak arkasından gelmişti. “Ne yaptığını sanıyorsun, in oradan!”
“Ne yaptığımı görüyorsun. Sakin ol.”
Ve Willie sarı boyayı şablonla sürmeye başladı. Yaptığı işten gurur duyarak bir A ve R ve K çizdi. Willie işini bitirdiğinde kondüktör gözlerini kısıp parıldayan sarı kelimeleri okudu: ARKA BÖLÜM BEYAZLAR İÇİNDİR Gözlerini kırptı. ARKA BÖLÜM. Kondüktör, Willie'yi baktı ve gülümsemeye başladı.
“Sana uyar mı bu?” diye sordu Willie, geri çekilerek.”
“Hem de çok iyi uyar, efendim,” dedi kondüktör.
Hattie ellerini göğüslerinin üzerinde tutarak' dışarıdan tabelaya bakıyordu.
Willie büyümekte olan kalabalığa döndü. Yavaşlayarak yaklaşan ve duran her araba, yakındaki kasabadan gelen her troleybüs kalabalığı büyütüyordu.
Willie bir kutunun üzerine çıktı. “Önümüzdeki bir saat içinde tüm troleybüslere yazı yazacak bir delegasyon kuralım. Gönüllü var mı?”
Eller kalktı.
“Hadi bakalım!”
Gittiler.
“Tiyatrolarda son iki sıra koltuğu iplerle beyazlara ayıracak delegasyon kuralım.”
Başka eller kalktı.
“Hadi!”
Koşarak gittiler.
Willie, terlemiş ve yorulmuş, ama enerjisinden gurur duyarak, eli yere bakan eşinin omzunda, etrafa bakındı. “Bakalım başka ne var. Ah, evet. Bugün kanun çıkaralım, ırklar arası evlilik olmasın!”
“Haklı,” dedi birçok insan.
“Tüm boyacı çocuklar işi bugün bıraksın.”
“Hemen şimdi bırakıyoruz!” Şehrin her yerinde bazıları taşıdıkları bezleri neşe içinde yere attı. “Asgari ücret yasası da çıkaralım, değil mi?”
“Elbette!”
“Beyazlara saatte en az on sent verin!”
“Haklı!”
Şehrin belediye başkanı koşarak geldi. “Willie Johnson, in aşağıya!”
“Başkan, kimse beni buradan indiremez.”
“Milleti galeyana getiriyorsun, Willie Johnson.”
“Amaç da bu zaten.”
“Çocukken nefret ettiğin şeyi yapıyorsun. Hakkında bağırıp çağırdığın beyazların bir kısmından farksızsın.”
“Başkan, gün geldi, devran döndü,” dedi Willie, ona bakmıyordu bile. Aşağıdaki yüzlere bakıyordu; kimi gülümsüyor, kimi kuşkulu, kimi şaşkın, bazıları korkmuş, tereddüt ederek geri çekiliyordu.
“Pişman olacaksın,” dedi başkan.
“Seçime gidip yeni başkan seçeceğiz,” dedi Willie. Orada burada yeni tabelaların asıldığı şehre baktı: MÜŞTERİ KISITLAMASI: Bu işyerinde müşteriye hizmet hakkı istenildiğinde iptal edilebilir. Willie sırıttı ve ellerini birbirine vurdu. Tanrım! Troleybüsler durduruluyor ve arka koltukları gelecekteki yolcuları için beyaza boyanıyordu. Kıkırdayan adamlar tiyatroları işgal ediyor, arka sıraları iplerle ayırıyorlardı. Eşleriyse kaldırımlarda şaşkın şaşkın dururken çocuklar bu korkunç anları görmesinler diye dayak atıla atıla evlere sokuluyordu.
“Hepimiz hazır mıyız?” dedi Willie Johnson elinde özenle bağlanmış ilmekle.
Kalabalığın yarısı “Hazırız!” diye bağırdı. Kalabalığın diğer yarısıysa alçak sesle konuşuyor, ortalıkta parçası olmak istemedikleri bir kabustaki figürler gibi dolaşıyordu.
“İşte, geliyor!” diye bağırdı ufak bir çocuk.
Kalabalıktaki başlar tek bir ipe bağlı kukla kafaları gibi hep birlikte yukarı döndü.
Gökyüzünde, çok yüksekte, çok güzel bir roket üçgen şeklinde turuncu alevler çıkararak ilerliyordu. Daireler çizgi ve alçaldı, herkes nefesini tutuyordu. Roket indi, çimenlikte birkaç yeri tutuşturmuştu. Alev söndü ve roket bir anlığına sessizliğe büründü ve sonra, çıt çıkarmadan kalabalığın bakışları altında, geminin yanındaki büyük kapı dışarıya oksijen saldı, kapı açıldı ve yaşlı bir adam dışarıya çıktı.
“Bir beyaz adam, bir beyaz adam, bir beyaz adam...” Kelimeler beklenti içindeki kalabalıkta arka sıralara doğru ilerledi, çocuklar birbirlerinin kulaklarına fısıldıyor, itişip kakışıyordu. Kelimeler dalgalar halinde kalabalığın ve açık pencerelerinden boya kokusu yayılan troleybüslerin rüzgarlı güneş ışığında durduğu yere kadar gitti. Fısıldamalar kendini tüketip yok olmuştu.
Kimse hareket etmedi.
Beyaz adam uzun boylu ve dik duruşluydu, ama yüzünde derin bir yorgunluk vardı. Bugün traş olmamıştı ve gözleri ölmeden sahip olunabilecek en yaşlı gözlerdi. Gözleri renksizdi, geçen yıllar bu gözleri neredeyse bembeyaz ve kör etmişti. Çalı gibi incecikti. Elleri titriyordu ve kalabalığa bakarken geminin lumbar ağzına yaslanmak zorunda kalmıştı.
Yarım bir gülümsemeyle tek elini kaldırdı ama sonra geri çekti.
Kimse hareket etmedi.
Kalabalıktaki yüzlere baktı, belki silahları ve halatları gördü ama görmedi ve belki boyanın kokusunu aldı. Kimse ona sormadı. Konuşmaya başladı. Çok sessiz ve yavaşça başladı, sözünün kesilmesini ummamıştı ve sözü kesilmedi, sesi çok yorgun, yaşlı ve solgundu.
“Kim olduğumun önemi yok,” dedi. “Ne de olsa sizin için bir isim olacağım, o kadar. Ben de sizin isimlerinizi bilmiyorum. Buna sonra geleceğiz.” Duraksadı, bir anlığına gözlerini kapadı ve sonra devam etti:
“Yirmi yıl önce Dünya’dan ayrıldınız. Bu çok, çok uzun bir zaman. Yirmi yüzyıl gibi, o kadar çok şey oldu ki. Siz gittiniz ve savaş geldi.” Yavaşça başını salladı. “Evet, büyük savaş. Üçüncü savaş. Uzun sürdü. Geçen yıla kadar. Tüm şehirleri bombaladık New York’u ve Londra’yı ve Moskova’yı ve Paris’i ve Şangay’ı ve Bombay’ı ve İskenderiye'yi. Hepsini yıktık. Ve büyük şehirleri bitirdiğimizde küçük şehirlere geçtik, onları atom bombalarıyla bombaladık ve yaktık.”
Artık şehirlerin, mekanların ve sokakların adlarını vermeye başlamıştı. Ve yaşlı adam isimleri verirken kalabalıktan fısıltılar yükselmeye başladı. “Natchez’i yok ettik...”
Bir fısıltı.
“Ve Colombus, Georgia...”
Başka bir fısıltı.
“New Orleans’ı yaktık...”
Bir iç çekiş.
“Ve Atlanta...”
Başka bir iç çekiş.
“Greenwater, Alabama’dan da bir şey kalmadı.” Willie Johnson başını salladı ve ağzı açıldı. Hattie bunu ve Willie’nin siyah gözlerine gelen farkındalığı görmüştü.
“Hiçbir şey kalmadı,” dedi havaalanındaki yaşlı adam ağır ağır konuşarak. “Pamuk tarlaları yandı.” Ah, dedi herkes.
“Pamuk fabrikaları bombalandı-”
“Ah.”
“Her şey radyoaktif artık. Tüm yollar ve çiftlikler ve gıdalar radyoaktif. Her şey.” Başka kasaba ve köylerin isimlerini saymaya devam etti.
“Tampa.”
“Benim memleketim,” diye fısıldadı biri.
“Fulton.”
“Burası da benim,” dedi biri.
“Memphis.”
“Memphis. Memphis’i mi yaktılar?” Şaşkın bir soru.
“Memphis havaya uçtu.”
“Memphis’teki Dördüncü Cadde?”
“Hepsi,” dedi yaşlı adam.
Kalabalık heyecanlanmıştı. Yirmi yıl sonra hepsi geri geliyordu. Kasabalar ve mekânlar, ağaçlar ve tuğla binalar, tabelalar ve kiliseler ve ailelerin işlettiği dükkanlar, hepsi oraya toplanan insanlar arasında yüzeye çıkıyordu. Her isim bir hatıraya dokundu ve başka bir günü düşünmeyen kimse kalmadı. Çocuklar hariç hepsinin yaşı buna yeterdi.
“Laredo.”
“Laredo’yu hatırlıyorum.”
“New York City.”
“Harlem’de dükkanım vardı.”
“Harlem bombalandı.”
Uğursuz kelimeler. Tanıdık, hatırlanan mekânlar. O mekânları yıkık hayal etme çabası.
Willie Johnson şu kelimeleri fısıldadı; “Greenwater, Alabama. Benim doğduğum yer. Hatırlıyorum.”
Gitmişti. Hepsi gitmişti. Adam öyle diyordu. Adam devam etti, “Böylece, o zamanki ve şimdiki aptallığımızla, her şeyi yok ettik ve her şeyi mahvettik. Milyonları öldürdük. Dünya’da her tür ve tipten 500.000 insandan fazlası olduğunu sanmıyorum. Tüm enkazdan ancak bu tek roketi yapabilecek kadar metal çıkarabildik ve bu ay Mars’a sizden yardım istemeye geldik.”
Adam tereddüt etti ve burada ne bulabileceğini anlamak için kalabalıktaki yüzlere baktı, ama alacağı tepkiyi kestiremiyordu.
Hattie Johnson eşinin kolunun sertleştiğini hissetti, parmaklarının halatı kavradığını gördü.
“Aptallık ettik,” dedi yaşlı adam sessizce. “Dünya’yı ve medeniyeti başımıza yıktık Hiçbir şehrin enkazını kaldırmaya değmez, yüzyıl boyunca radyoaktif kalacaklar. Dünya’nın işi bitti. O dönem sona erdi. Yirmi yıldır binip de Dünya’ya dönmeyi denemediğiniz roketleriniz var. Sizden onları kullanmanızı istemeye geldim. Dünya’ya gelin, hayatta kalanları alın ve onları Mars’a getirin. Hayatımıza devam etmemiz için bize yardım edin. Aptalca davrandık. Tanrı’nın önünde aptallığımızı ve kötülüğümüzü itiraf ediyoruz. Tüm Çinliler ve Hintliler ve Ruslar ve İngilizler ve Amerikalılar, hepimiz. Bizi aranıza kabul etmenizi istiyoruz. Mars topraklarınız sayısız yüzyıldır nadasa bırakılmış; herkese yetecek kadar yer var; toprak verimli, tarlalarınızı gördüm. Gelip sizin için toprağı işleriz. Evet, bunu bile yaparız. Bize yapacağınız her şeyi hak ediyoruz, yeter ki bizi kabul edin. Sizi hemen şimdi karar vermeye zorlayamam. İsterseniz gemime binip geri giderim, bu mesele de kapanır. Sizi bir daha rahatsız etmeyiz. Ama buraya gelir, sizin için çalışır, sizin bizim için yaptığınız şeyleri yaparız. Evlerinizi temizler, yemeklerinizi yapar, ayakkabılarınızı boyarız ve kendimize, başkalarına ve size yaptığımız şeyler için Tanrı’nın şahitliğinde gururumuzdan vazgeçeriz.
Adam konuşmasını bitirmişti.
Sessizliğin de sessizliği yaşanıyordu. Elinizde tutabileceğiniz, kalabalığın üzerine uzak bir fırtınanın basıncı gibi düşen bir sessizlikti. Kalabalıktakilerin uzun kolları gün ışığında kara sarkaçlar gibi uzanırken gözleri hareket etmeyen, fakat cevap bekleyen yaşlı adamın üzerindeydi.
Willie Johnson halatı elinde tutuyordu. Etrafındakiler ne yapacağını görmek için onu izliyordu. Hattie, eşinin kolunu sıkarak, bekliyordu.
Hattie kalabalığın nefretine dokumak istedi. Nefreti evirip çevirecek, ufak bir çatlak bulacaktı. Sonra bir çakıl taşını veya büyükçe bir taşı veya bir tuğlayı sökecekti ve daha sonra duvarın bir kısmını. Ve bir kez başlayınca, tüm o devasa yapı büyük bir gürültüyle çökecek, işi bitecekti. Şimdi sallanmaya başlamıştı bile. Ama hangisi kilit taşıydı ve ona nasıl ulaşacaktı? Onlara nasıl dokunmalı ve nefretlerini yıkmak için İçlerinde bir şeyi nasıl uyandırmalıydı?
Güçlü sessizliğin içindeki Willie’ye baktı ve durum hakkında bildiği tek şey Willie, yaşamı ve ona olanlardı. Willie birden kilit taşı olmuştu. Birden neyin sökülebileceğini, hepsinin içine neyin gevşetilip koparılabileceğini anlamıştı.
“Bayım...” Hattie ileri çıktı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Kalabalık ona baktı; Hattie kalabalığın bakışlarını hissedebiliyordu. “Bayım...”
Adam yorgun bir gülümsemeyle ona döndü.
“Bayım,” dedi Hattie, “Greenwater, Alabama’daki Knockwood Tepesi’ni biliyor musunuz?” Yaşlı adam arkasına dönüp gemideki biriyle konuştu. Bir süre sonra fotoğrafik bir harita yaşlı adama uzatıldı. Yaşlı adam elinde haritayla bekledi.
“O tepedeki koca meşe ağacını biliyor musunuz, bayım?”
Koca meşe. Willie’nin babasının vurulduğu, asıldığı ve sabah rüzgarında sallanırken bulunduğu yer.
“Evet.”
“Hala duruyor mu?” diye sordu Hattie. “Gitmiş,” dedi yaşlı adam. “Havaya uçmuş. Ne tepe kalmış, ne ağaç. Görüyor musun?” Yaşlı adam fotoğrafa dokundu.
“Şuna bir bakayım,” dedi Willie ileri atılıp haritaya bakarak.
Hattie yaşlı adama bakıp göz kırptı, kalbi heyecanla çarpıyordu.
“Bana Greenwater’ı anlatın,” dedi Hattie çabucak.
“Ne bilmek isterdiniz?”
“Doktor Phillips’e ne oldu, yaşıyor mu?” Roketin içindeki bir cihazda cevap aranırken geçen bir dakika...
“Savaşta ölmüş.”
“Ya oğlu?”
“Ölmüş.”
“Evine ne olmuş?”
“Yanmış. Tıpkı diğer evler gibi.”
“Knockwood Tepesi’ndeki şu diğer koca ağaç?”
“Ağaçların hepsi yanıp gitti.”
“O ağaç da gitmiş mi, emin misiniz?” dedi Willie.
“Evet.”
Willie’nin bedeni gevşer gibi oldu.
“Bay Burton’ın evi ve Bay Burton’a ne oldu peki?”
“Tek bir ev bile kalmadı, tıpkı insanlar gibi.”
“Bayan Johnson’ın çamaşır kulübesi, annemin mekanı?”
Vurulduğu yer.
“O da gitmiş. Her şey gitti. Fotoğraflar burada, kendiniz bakabilirsiniz.”
Fotoğraflar dokunulmak, bakılmak ve üzerlerinde düşünmek için oradaydı. Roket fotoğraflarla ve sorulara cevaplarda doluydu. Her kasaba, her bina ve her mekan.
Willie elinde halatla duruyordu.
Dünya’yı, yeşil Dünya’yı, doğup büyüdüğü yeşil kasabayı hatırladı ve şimdi o kasabanın parçalarına ayrıldığını, yıkıldığını, tüm binalarıyla, tüm sözde ve sahici kötülükleriyle havaya uçup dağıldığını düşündü. Tüm o sert adamlar gitmişti, ahırlar, demirciler, dondurmacılar, barlar, köprüler, linç ağaçları, saçma kaplı tepeler, yollar, inekler, mimozalar, kendi evi, uzun nehrin kıyısındaki o büyük sütunlu evler, kadınların sonbahar ışığında kanat çırpan güveler kadar narin olduğu cenaze evleri de çok uzaktaydı. Soğukkanlı adamların ellerinde içki, veranda parmaklarına dayanmış silahlarıyla sallanan sandalyelerinde sallandığı, sonbahar havasını İçlerine çekerek ölümü düşündükleri evler. Gitmişti, hepsi gitmişti ve bir daha geri dönmeyeceklerdi. Şimdi apaçık ortadaydı. Bu medeniyetin tümü konfeti gibi parçalanmış ve ayaklarına serpiştirilmişti. Geriye nefret edilecek hiçbir şey kalmamıştı, boş bir fişek veya bir parça halat veya bir ağaç, hattâ bir tepe bile kalmamıştı. Geriye sadece bir roketteki yabancı insanlar, ayakkabılarını boyayacak, troleybüslerin arka koltuklarında yolculuk edecek veya tiyatroda arka sıralarda oturacak insanlar kalmıştı.
“Bunu yapmak zorunda değilsiniz,” dedi Willie Johnson.
Hattie, Willie’nin büyük ellerine baktı.
Parmakları açılıyordu.
Willie’nin bıraktığı halat yerde kıvrılıp kaldı.
Şehrin sokaklarında koşarak çabucak hazırlanan yeni tabelaları söktüler, tramvaylardaki sarı yazıların üzerini boyadılar, tiyatro balkonlarındaki ipleri kestiler, silahlarını boşaltıp halatlarını kaldırdılar.
“Herkes için yeni bir başlangıç,” dedi Hattie, arabayla eve dönerken.
“Evet,” dedi Willie sonunda. “Tanrı’nın sayesinde birazımız orada, birazımızsa burada hayatta kaldı. Artık ne olacağı hepimize bağlı. Aptallık devri kapandı. Aptal değil, başka bir şey olmalıyız. O konuşurken bunu anladım. Artık beyaz adamın da bizim hep olduğumuz kadar yalnız olduğunu anladım. Bizim de uzun zaman olduğumuz gibi evsiz kalmış. Artık herkes eşit. Eşit seviyede tekrar başlayabiliriz.”
Hattie eve gidip çocukları çıkarırken Willie hareket etmeksizin arabada oturdu. Çocuklar babalarını görmek için koşarak geldi. “Beyaz adamı gördün mü? Beyaz adamı gördün mü?” diye bağırdılar.
“Evet, efendim,” dedi direksiyon başında oturan ve parmaklarıyla yavaşça yüzünü ovan Willie. “Bana öyle geliyor ki bugün beyaz adamı ilk kez gerçekten gördüm. Onu tüm açıklığıyla gördüm.”
Ray Bradbury, Resimli Adam içinde: "Gün Olur Devran Döner", "The lllustrated Man", İthaki Yayınları, Ağustos 2012, İstanbul. Türkçe çeviri: İlker Sönmez
Gün Geldi Devran Döndü
Haberleri duyduklarında restoranlardan, kafelerden, otellerden çıkıp gökyüzüne baktılar. Kara ellerini yukarı bakan beyaz gözlerine siper ettiler. Ağızları açık bakıyorlardı. Sıcak öğle vakti gölgeleri yere vuran zencilerin gökyüzüne baktığı kasabalar binlerce kilometre boyunca uzanıyordu.
Mutfağındaki Hattie Johnson kaynayan çorbanın üzerini kapadı, ince parmaklarını bir beze sildi ve evin arka tarafındaki sundurmaya doğru dikkatlice yürüdü.
“Anne, gel! Hey, anne, gelsene, kaçıracaksın!”
“Hey, anne!”
Üç küçük zenci oğlan tozla kaplı bahçede dans edip bağırıyordu. Ara sıra eve sabırsızca bakıyorlardı.
“Geliyorum,” dedi Hattie ve tel kapıyı açtı.
“Bu söylentiyi de nereden duydunuz?”
“Jones’un mekânında, anne. Bir roket geliyormuş, yirmi yıldan beri gelen ilk roketmiş ve bir beyaz adam taşıyormuş!”
“Beyaz adam da nedir? Hiç görmedim.”
“Anlarsın ne olduğunu,” dedi Hattie.- “Çok yakında anlarsın beyaz adamı.”
“Anlat bize, anne. Eskiden yaptığın gibi anlat.” Hattie somurttu. “Uzun zaman önceydi. O zamanlar küçük bir kızdım. 1965 senesiydi.”
“Bize beyaz adamı anlat, anne!”
Hattie gelip bahçede durdu, ince, beyaz bulutların olduğu mavi ve berrak Mars gökyüzüne ve uzaklarda sıcaktan kavrulan Mars tepelerine baktı. Sonunda konuştu, “Öncelikle, elleri beyazdır.”
“Beyaz eller!” Çocuklar şakalaşıyor, birbirlerine vuruyordu.
“Kolları da beyazdır.”
“Beyaz kollar!” Çocuklar yuhaladı.
“Yüzleri de beyazdır.”
"Beyaz yüz mü? Sahiden mi?”
Yüzüne saçtığı tozun hapşırttığı çocuklardan en ufak olanı “Bunun gibi mi beyaz, anne?” dedi. “Böyle mi beyaz?”
“Ondan da beyaz,” dedi Hattie ciddi bir sesle, tekrar bakışlarını gökyüzüne yöneltti. Gözlerinde kaygı vardı, sanki bir fırtına görmeyi bekliyordu ve bunu görememek onu endişelendiriyordu. “İçeri girseniz iyi olacak.”
“Ah, anne!” Duyduklarına inanamadıkları bakışlarından belliydi. “Seyretmemiz lazım, seyretmezsek olmaz. Bir şey olmaz, değil mi?”
“Bilmiyorum. İçimde bir his var, o kadar.”
“Gemiyi görmek istiyoruz sadece, bir de belki havaalanına gidip şu beyaz adama bakarız. Beyaz adam nasıl olur ki, anne?”
“Bilmiyorum. Bilmiyorum,” dedi Hattie düşünceli düşünceli başını sallayarak.
“Biraz daha anlat!”
“Beyaz insanlar hepimizin yirmi yıl önce geldiği Dünya’da yaşar. Biz kalkıp Mars’a geldik, yerleştik, şehirler kurduk ve buradayız. Artık Dünyalı değil, Marslıyız. Bunca zamandır da hiçbir beyaz adam buraya gelmedi. Hikaye böyle.”
“Neden gelmediler, anne?”
“Çünkü biz buraya geldikten hemen sonra Dünya’da atom savaşı çıktı. Birbirlerini havaya uçurdular. Bizi unuttular. Yıllar sonra savaş bittiğinde roketleri kalmamıştı. Yeni roketleri ancak şimdi yapabildiler. İşte şimdi, yirmi yıl sonra, ziyarete geliyorlar.” Çocuklarını uyuşuk gözlerle süzdü ve yürümeye başladı. “Burada bekleyin. Elizabeth Brown’ın evine gidiyorum. Bir yere gitmeyeceğinize söz veriyor musunuz?”
“Gitmek istiyoruz ama kalacağız.”
“Tamam, o zaman.” Koşarak aşağı sokağa gitti. Brown ailesinin evine vardığında tüm ailenin arabaya tıkıştığını gördü. “Merhaba, Hattie! Atla sen de!”
Koşmaktan nefesi kesilmişti. “Nereye gidiyorsunuz?”
“Beyaz adamı görmeye!”
“Doğru,” dedi Bay Brown ciddi bir sesle. Arabadakileri gösterip, “Bu çocuklar hiç beyaz adam görmedi, ben de neredeyse neye benzediklerini unutmuşum.”
“Beyaz adama ne yapacaksınız?” diye sordu Hattie.
“Ne mi yapacağız?” diye sordu herkes. “Sadece bakacağız işte, hepsi bu.”
“Emin misiniz?”
“Ne yapacaktık ki başka?”
“Bilmem ki,” dedi Hattie. “Sorun çıkabilir diye düşünmüştüm.”
“Ne sorunu çıkacakmış?”
“Bilirsin işte,” dedi Hattie muğlak bir tonla, utanmıştı. “Onu linç etmeyeceksiniz, değil mi?”
“Linç etmek mi?” Herkes gülmüştü. Bay Brown diz kapağına vurup kahkaha attı. “Tanrı seni korusun, çocuğum, hayır! Gidip elini sıkacağız. Öyle değil mi, millet?”
“Evet, evet.”
Karşı yönden bir araba daha geldi ve Hattie seslendi. “Willie!”
“Buralarda ne yapıyorsun? Çocuklar nerede?” diye bağırdı kocası, kızgınlıkla. Diğerlerine baktı. “Enayi gibi o adamın gelişini görmeye mi gidiyorsunuz?”
“Aynen öyle,” diye onayladı onu Bay Brown gülümseyerek.
“Silahlarınızı yanınıza alın o zaman,” dedi Willie. “Ben eve kendi silahımı almaya gidiyorum.”
“Willie!”
“Arabaya bin, Hattie.” Willie kapıyı sıkıca açık tutup Hattie lafını dinleyinceye kadar ona baktı. Diğerlerine tek laf etmeden tozlu yolda hızla ilerledi.
“Willie, bu kadar hızlı gitme!”
“Hızlı gitmeyeyim mi? Göreceğiz şimdi.” Yolun arabasının altında kayıp gitmesini izledi. “Bunca yıl sonra ne hakla buraya geliyorlar? Neden bizi rahat bırakmıyorlar? Neden kendilerini eski dünyada havaya uçurup bizi rahat bırakmadılar ki?”
“Willie, bir Hıristiyan böyle konuşmamalı.”
“Kendimi hiç de Hıristiyan hissetmiyorum,” dedi Willie öfkeyle, direksiyon sallarken. “Zalimlik hissediyorum. Yıllar boyunca tüm o yaptıkları, anneme ve babama, senin anne ve babana yaptıklarını hatırlıyor musun? Babamı Knockwood Tepesi’nde nasıl astıklarını, annemi nasıl vurduklarını hatırlıyor musun? Yoksa senin hafızan da diğerleri gibi kısa mı?”
“Hatırlıyorum,” dedi Hattie.
“Doktor Phillips ve Bay Burton’u, onların büyük evlerini, annemin çamaşır kulübesini, babamın yaşlıyken bile çalışmaya devam etmesini, Doktor Phillips ve Bay Burton’un ona onu asarak teşekkür etmesini hatırlarsın. “Eh,” dedi Willie, “Gün geldi, devran döndü. Şimdi göreceğiz bakalım kimin aleyhine kanunlar çıkıyor, kim kimi linç ediyor, kim tramvayda arka koltuklara oturuyor, kim tiyatroda ayrı yerlere sıkıştırılıyor? Bekleyip göreceğiz.”
“Ah, Willie, beladan bahsediyorsun.”
“Herkes bundan bahsediyor. Herkes bu gün hakkında kafa yormuştur, asla gerçekleşmeyeceğini düşünmüştür. Beyaz adamın Mars’a geldiği gün nasıl bir gün olurdu? Ama o gün geldi ve bundan kaçamayız.”
“Beyazların burada yaşamasına izin vermeyecek misin?”
“Elbette.” Willie gülümsedi, ama bu zalimlik taşıyan bir gülümsemeydi, gözlerinde de çılgınlık vardı. “Gelip burada yaşayıp çalışabilirler, neden olmasın? Bunu hak etmek için tek yapmaları gereken şehirdeki kendi gecekondu mahallelerinde yaşamak, ayakkabılarımızı boyamak, çöpümüzü süpürmek, sinemada balkonun son sırasına oturmak. Tek istediğimiz bu. Bir de haftada bir kez bir iki tanesini asacağız. Bu kadar.”
“İnsan gibi konuşmuyorsun ve bu benim hoşuma gitmiyor.”
“Alışman gerekecek,” dedi Willie. Evin önüne geldiğinde frene asıldı ve arabadan atlarcasına indi. “Bir halat ve silahlarımı getir. işi usulüne göre yapacağız.”
“Ah, Willie,” diye yakardı Hattie. Willie eve koşup arkasından kapıyı çarparken Hattie arabada oturdu kaldı.
Hattie eve girdi. Eve girmek istememişti, ama Willie tavan arasını birbirine katmış, silahları bulana kadar çılgınlar gibi küfür edip durmuştu. Karanlık tavan arasında silahların gaddar metalinin parıldadığını gördü, ama karanlıkta Willie’yi göremiyordu, sadece ettiği küfürleri duyuyordu, sonunda Willie’nin uzun bacakları bir toz yağmuruyla beraber tavan arasından indi. Silahların haznelerini üfledi ve getirdiği pirinç fişekleri haznelere doldurmaya başladı. Yüzünde sertlik, ciddiyet ve yaşananlardan doğan, insanın içini kemiren bir öfke vardı. Ellerini birden, kontrolsüzce sallıyor “Bizi rahat bıraksınlar, bizi neden rahat bırakmıyorlar?” diye mırıldanıp duruyordu.
“Willie, Willie.”
“Sen de - sen de.” Willie ona aynı bakışı attı ve öfkesinin bir kısmı Hattie’nin zihnine dokundu. Çocuklar dışarıda gevezelik ediyordu.
“Süt gibi beyazmış dedi annem. Süt gibi beyaz.”
“Bu solmuş çiçek gibi beyaz mı?”
“Yazı yazdığın tebeşir kadar beyaz.”
Willie evden fırladı. “İçeri girin, çocuklar. Kapıyı üzerinize kilitleyeceğim. Beyaz adamı görmeyeceksiniz, onlardan bahsetmeyeceksiniz, hiçbir şey yapmayacaksınız. Gelin içeri.”
“Ama baba-”
Willie çocukları iterek kapıdan içeri soktu ve gidip bir kova boyayla bir şablon aldı. Garaja girip uzun, kalın bir halat aldı. Halatı elleriyle bir celladın ilmeğine dönüştürürken, bir yandan da gökyüzünü dikkatle izliyordu.
Ve sonra arabadaydılar, arkalarında toz bulutu bırakarak ilerliyorlardı. “Yavaşla, Willie.”
“Vakit yavaşlama vakti değil. Vakit acele etmek vakti ve ben de acele ediyorum.”
Yol boyunca gökyüzünü izleyen insanlar veya arabalarının üzerine tırmananlar veya arabalarıyla yolda gidenler vardı. Bazı arabalardan dünyadaki tüm kötülüklerin sona erişini gözlemleyen teleskoplar gibi yükselen silahlar uzanıyordu.
Hattie silahlara baktı. “insanlarla konuşuyordun,” diye suçladı kocasını.
“Öyle yapıyordum,” diye onayladı onu Willie homurdanarak. Şiddetli bakışlarla yolu izliyordu. “Her evde durdum ve onlara ne yapacaklarını anlattım. Silah, boya ve halat getirmelerini, hazır olmalarını söyledim. Ve işte hepimiz buradayız, karşılama komitesi olarak onlara şehrin anahtarını takdim etmeye hazırız. Evet, efendim!”
Hattie içinde büyüyen dehşeti itmek için ince ellerini birbirlerine bastırdı. Arabanın diğer arabalar arasında hızla ilerlediğini hissetti. Onlara “Hey, Willie, bak!” diye seslenenleri duyuyordu. Hızla ilerlerken, ellerinde halatlarla silahlar olan insanları ve onlara gülümseyen ağızlarını görebiliyordu.
“İşte geldik,” dedi Willie ve frene basarak arabayı toz içinde sessizliğe gömdü. Kapıyı tekmeleyerek açtı, silahları yüklenmişti, dışarı çıktı ve havaalanı çimenliğinde sürüklemeye başladı. “Neler yaptığını düşündün mü, Willie?”
“Yirmi yıldır tek yaptığım düşünmek oldu. Dünya’dan ayrıldığımda on altı yaşındaydım ve oradan ayrıldığıma memnundum,” dedi Willie. “Orada ne benim, ne senin, ne de bizim gibiler için hiçbir şey yoktu. Ayrıldığıma hiç üzülmedim. Burada huzur bulduk, ilk defa rahat bir nefes aldık. Gel şimdi.”
Willie onu karşılamaya gelen kalabalığı iterek ilerledi.
“Willie, Willie, ne yapacağız?”
“Al sana bir silah,” dedi Willie. “Sana da. Sen de al.” Silahları kollarını vahşice ileri atarak dağıtıyordu. “Sana bir tabanca. Sana bir pompalı tüfek.” insanlar birbirlerine o kadar yakındı ki silah almak için uzanan binlerce kollu tek bir siyah vücutmuş gibi duruyorlardı. “Willie, Willie.”
Hattie kocasının yanında dik ve sessizce duruyordu, dudaklarını sımsıkı kapatmıştı, gözleriyse ıslak ve hüzünlüydü. “Boyayı getir,” dedi Willie. Hattie bir galon sarı boyayı o an önünde yeni boyanmış ve üzerinde BEYAZ ADAMIN İNİŞİNE GİDER yazan bir tabela duran troleybüsün yanaşmakta olduğu alana taşıdı. Troleybüsten inenler çimenliğe dağılmış, gökyüzüne bakıyor ve yürürken tökezliyorlardı. Piknik sepetli kadınlar, hasır şapkalı, gömleklerinin kollarını sıvamış erkekler vardı. Troleybüs boştu ama motoru çalışıyordu. Willie troleybüse girdi, boya kutularını açtı, boyayı karıştırdı, fırçalardan birini denedi, şablonu çıkardı ve koltuklardan birine çıktı.
“Hey, oradaki!” Kondüktör bozuk paraları şıngırdatarak arkasından gelmişti. “Ne yaptığını sanıyorsun, in oradan!”
“Ne yaptığımı görüyorsun. Sakin ol.”
Ve Willie sarı boyayı şablonla sürmeye başladı. Yaptığı işten gurur duyarak bir A ve R ve K çizdi. Willie işini bitirdiğinde kondüktör gözlerini kısıp parıldayan sarı kelimeleri okudu: ARKA BÖLÜM BEYAZLAR İÇİNDİR Gözlerini kırptı. ARKA BÖLÜM. Kondüktör, Willie'yi baktı ve gülümsemeye başladı.
“Sana uyar mı bu?” diye sordu Willie, geri çekilerek.”
“Hem de çok iyi uyar, efendim,” dedi kondüktör.
Hattie ellerini göğüslerinin üzerinde tutarak' dışarıdan tabelaya bakıyordu.
Willie büyümekte olan kalabalığa döndü. Yavaşlayarak yaklaşan ve duran her araba, yakındaki kasabadan gelen her troleybüs kalabalığı büyütüyordu.
Willie bir kutunun üzerine çıktı. “Önümüzdeki bir saat içinde tüm troleybüslere yazı yazacak bir delegasyon kuralım. Gönüllü var mı?”
Eller kalktı.
“Hadi bakalım!”
Gittiler.
“Tiyatrolarda son iki sıra koltuğu iplerle beyazlara ayıracak delegasyon kuralım.”
Başka eller kalktı.
“Hadi!”
Koşarak gittiler.
Willie, terlemiş ve yorulmuş, ama enerjisinden gurur duyarak, eli yere bakan eşinin omzunda, etrafa bakındı. “Bakalım başka ne var. Ah, evet. Bugün kanun çıkaralım, ırklar arası evlilik olmasın!”
“Haklı,” dedi birçok insan.
“Tüm boyacı çocuklar işi bugün bıraksın.”
“Hemen şimdi bırakıyoruz!” Şehrin her yerinde bazıları taşıdıkları bezleri neşe içinde yere attı. “Asgari ücret yasası da çıkaralım, değil mi?”
“Elbette!”
“Beyazlara saatte en az on sent verin!”
“Haklı!”
Şehrin belediye başkanı koşarak geldi. “Willie Johnson, in aşağıya!”
“Başkan, kimse beni buradan indiremez.”
“Milleti galeyana getiriyorsun, Willie Johnson.”
“Amaç da bu zaten.”
“Çocukken nefret ettiğin şeyi yapıyorsun. Hakkında bağırıp çağırdığın beyazların bir kısmından farksızsın.”
“Başkan, gün geldi, devran döndü,” dedi Willie, ona bakmıyordu bile. Aşağıdaki yüzlere bakıyordu; kimi gülümsüyor, kimi kuşkulu, kimi şaşkın, bazıları korkmuş, tereddüt ederek geri çekiliyordu.
“Pişman olacaksın,” dedi başkan.
“Seçime gidip yeni başkan seçeceğiz,” dedi Willie. Orada burada yeni tabelaların asıldığı şehre baktı: MÜŞTERİ KISITLAMASI: Bu işyerinde müşteriye hizmet hakkı istenildiğinde iptal edilebilir. Willie sırıttı ve ellerini birbirine vurdu. Tanrım! Troleybüsler durduruluyor ve arka koltukları gelecekteki yolcuları için beyaza boyanıyordu. Kıkırdayan adamlar tiyatroları işgal ediyor, arka sıraları iplerle ayırıyorlardı. Eşleriyse kaldırımlarda şaşkın şaşkın dururken çocuklar bu korkunç anları görmesinler diye dayak atıla atıla evlere sokuluyordu.
“Hepimiz hazır mıyız?” dedi Willie Johnson elinde özenle bağlanmış ilmekle.
Kalabalığın yarısı “Hazırız!” diye bağırdı. Kalabalığın diğer yarısıysa alçak sesle konuşuyor, ortalıkta parçası olmak istemedikleri bir kabustaki figürler gibi dolaşıyordu.
“İşte, geliyor!” diye bağırdı ufak bir çocuk.
Kalabalıktaki başlar tek bir ipe bağlı kukla kafaları gibi hep birlikte yukarı döndü.
Gökyüzünde, çok yüksekte, çok güzel bir roket üçgen şeklinde turuncu alevler çıkararak ilerliyordu. Daireler çizgi ve alçaldı, herkes nefesini tutuyordu. Roket indi, çimenlikte birkaç yeri tutuşturmuştu. Alev söndü ve roket bir anlığına sessizliğe büründü ve sonra, çıt çıkarmadan kalabalığın bakışları altında, geminin yanındaki büyük kapı dışarıya oksijen saldı, kapı açıldı ve yaşlı bir adam dışarıya çıktı.
“Bir beyaz adam, bir beyaz adam, bir beyaz adam...” Kelimeler beklenti içindeki kalabalıkta arka sıralara doğru ilerledi, çocuklar birbirlerinin kulaklarına fısıldıyor, itişip kakışıyordu. Kelimeler dalgalar halinde kalabalığın ve açık pencerelerinden boya kokusu yayılan troleybüslerin rüzgarlı güneş ışığında durduğu yere kadar gitti. Fısıldamalar kendini tüketip yok olmuştu.
Kimse hareket etmedi.
Beyaz adam uzun boylu ve dik duruşluydu, ama yüzünde derin bir yorgunluk vardı. Bugün traş olmamıştı ve gözleri ölmeden sahip olunabilecek en yaşlı gözlerdi. Gözleri renksizdi, geçen yıllar bu gözleri neredeyse bembeyaz ve kör etmişti. Çalı gibi incecikti. Elleri titriyordu ve kalabalığa bakarken geminin lumbar ağzına yaslanmak zorunda kalmıştı.
Yarım bir gülümsemeyle tek elini kaldırdı ama sonra geri çekti.
Kimse hareket etmedi.
Kalabalıktaki yüzlere baktı, belki silahları ve halatları gördü ama görmedi ve belki boyanın kokusunu aldı. Kimse ona sormadı. Konuşmaya başladı. Çok sessiz ve yavaşça başladı, sözünün kesilmesini ummamıştı ve sözü kesilmedi, sesi çok yorgun, yaşlı ve solgundu.
“Kim olduğumun önemi yok,” dedi. “Ne de olsa sizin için bir isim olacağım, o kadar. Ben de sizin isimlerinizi bilmiyorum. Buna sonra geleceğiz.” Duraksadı, bir anlığına gözlerini kapadı ve sonra devam etti:
“Yirmi yıl önce Dünya’dan ayrıldınız. Bu çok, çok uzun bir zaman. Yirmi yüzyıl gibi, o kadar çok şey oldu ki. Siz gittiniz ve savaş geldi.” Yavaşça başını salladı. “Evet, büyük savaş. Üçüncü savaş. Uzun sürdü. Geçen yıla kadar. Tüm şehirleri bombaladık New York’u ve Londra’yı ve Moskova’yı ve Paris’i ve Şangay’ı ve Bombay’ı ve İskenderiye'yi. Hepsini yıktık. Ve büyük şehirleri bitirdiğimizde küçük şehirlere geçtik, onları atom bombalarıyla bombaladık ve yaktık.”
Artık şehirlerin, mekanların ve sokakların adlarını vermeye başlamıştı. Ve yaşlı adam isimleri verirken kalabalıktan fısıltılar yükselmeye başladı. “Natchez’i yok ettik...”
Bir fısıltı.
“Ve Colombus, Georgia...”
Başka bir fısıltı.
“New Orleans’ı yaktık...”
Bir iç çekiş.
“Ve Atlanta...”
Başka bir iç çekiş.
“Greenwater, Alabama’dan da bir şey kalmadı.” Willie Johnson başını salladı ve ağzı açıldı. Hattie bunu ve Willie’nin siyah gözlerine gelen farkındalığı görmüştü.
“Hiçbir şey kalmadı,” dedi havaalanındaki yaşlı adam ağır ağır konuşarak. “Pamuk tarlaları yandı.” Ah, dedi herkes.
“Pamuk fabrikaları bombalandı-”
“Ah.”
“Her şey radyoaktif artık. Tüm yollar ve çiftlikler ve gıdalar radyoaktif. Her şey.” Başka kasaba ve köylerin isimlerini saymaya devam etti.
“Tampa.”
“Benim memleketim,” diye fısıldadı biri.
“Fulton.”
“Burası da benim,” dedi biri.
“Memphis.”
“Memphis. Memphis’i mi yaktılar?” Şaşkın bir soru.
“Memphis havaya uçtu.”
“Memphis’teki Dördüncü Cadde?”
“Hepsi,” dedi yaşlı adam.
Kalabalık heyecanlanmıştı. Yirmi yıl sonra hepsi geri geliyordu. Kasabalar ve mekânlar, ağaçlar ve tuğla binalar, tabelalar ve kiliseler ve ailelerin işlettiği dükkanlar, hepsi oraya toplanan insanlar arasında yüzeye çıkıyordu. Her isim bir hatıraya dokundu ve başka bir günü düşünmeyen kimse kalmadı. Çocuklar hariç hepsinin yaşı buna yeterdi.
“Laredo.”
“Laredo’yu hatırlıyorum.”
“New York City.”
“Harlem’de dükkanım vardı.”
“Harlem bombalandı.”
Uğursuz kelimeler. Tanıdık, hatırlanan mekânlar. O mekânları yıkık hayal etme çabası.
Willie Johnson şu kelimeleri fısıldadı; “Greenwater, Alabama. Benim doğduğum yer. Hatırlıyorum.”
Gitmişti. Hepsi gitmişti. Adam öyle diyordu. Adam devam etti, “Böylece, o zamanki ve şimdiki aptallığımızla, her şeyi yok ettik ve her şeyi mahvettik. Milyonları öldürdük. Dünya’da her tür ve tipten 500.000 insandan fazlası olduğunu sanmıyorum. Tüm enkazdan ancak bu tek roketi yapabilecek kadar metal çıkarabildik ve bu ay Mars’a sizden yardım istemeye geldik.”
Adam tereddüt etti ve burada ne bulabileceğini anlamak için kalabalıktaki yüzlere baktı, ama alacağı tepkiyi kestiremiyordu.
Hattie Johnson eşinin kolunun sertleştiğini hissetti, parmaklarının halatı kavradığını gördü.
“Aptallık ettik,” dedi yaşlı adam sessizce. “Dünya’yı ve medeniyeti başımıza yıktık Hiçbir şehrin enkazını kaldırmaya değmez, yüzyıl boyunca radyoaktif kalacaklar. Dünya’nın işi bitti. O dönem sona erdi. Yirmi yıldır binip de Dünya’ya dönmeyi denemediğiniz roketleriniz var. Sizden onları kullanmanızı istemeye geldim. Dünya’ya gelin, hayatta kalanları alın ve onları Mars’a getirin. Hayatımıza devam etmemiz için bize yardım edin. Aptalca davrandık. Tanrı’nın önünde aptallığımızı ve kötülüğümüzü itiraf ediyoruz. Tüm Çinliler ve Hintliler ve Ruslar ve İngilizler ve Amerikalılar, hepimiz. Bizi aranıza kabul etmenizi istiyoruz. Mars topraklarınız sayısız yüzyıldır nadasa bırakılmış; herkese yetecek kadar yer var; toprak verimli, tarlalarınızı gördüm. Gelip sizin için toprağı işleriz. Evet, bunu bile yaparız. Bize yapacağınız her şeyi hak ediyoruz, yeter ki bizi kabul edin. Sizi hemen şimdi karar vermeye zorlayamam. İsterseniz gemime binip geri giderim, bu mesele de kapanır. Sizi bir daha rahatsız etmeyiz. Ama buraya gelir, sizin için çalışır, sizin bizim için yaptığınız şeyleri yaparız. Evlerinizi temizler, yemeklerinizi yapar, ayakkabılarınızı boyarız ve kendimize, başkalarına ve size yaptığımız şeyler için Tanrı’nın şahitliğinde gururumuzdan vazgeçeriz.
Adam konuşmasını bitirmişti.
Sessizliğin de sessizliği yaşanıyordu. Elinizde tutabileceğiniz, kalabalığın üzerine uzak bir fırtınanın basıncı gibi düşen bir sessizlikti. Kalabalıktakilerin uzun kolları gün ışığında kara sarkaçlar gibi uzanırken gözleri hareket etmeyen, fakat cevap bekleyen yaşlı adamın üzerindeydi.
Willie Johnson halatı elinde tutuyordu. Etrafındakiler ne yapacağını görmek için onu izliyordu. Hattie, eşinin kolunu sıkarak, bekliyordu.
Hattie kalabalığın nefretine dokumak istedi. Nefreti evirip çevirecek, ufak bir çatlak bulacaktı. Sonra bir çakıl taşını veya büyükçe bir taşı veya bir tuğlayı sökecekti ve daha sonra duvarın bir kısmını. Ve bir kez başlayınca, tüm o devasa yapı büyük bir gürültüyle çökecek, işi bitecekti. Şimdi sallanmaya başlamıştı bile. Ama hangisi kilit taşıydı ve ona nasıl ulaşacaktı? Onlara nasıl dokunmalı ve nefretlerini yıkmak için İçlerinde bir şeyi nasıl uyandırmalıydı?
Güçlü sessizliğin içindeki Willie’ye baktı ve durum hakkında bildiği tek şey Willie, yaşamı ve ona olanlardı. Willie birden kilit taşı olmuştu. Birden neyin sökülebileceğini, hepsinin içine neyin gevşetilip koparılabileceğini anlamıştı.
“Bayım...” Hattie ileri çıktı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Kalabalık ona baktı; Hattie kalabalığın bakışlarını hissedebiliyordu. “Bayım...”
Adam yorgun bir gülümsemeyle ona döndü.
“Bayım,” dedi Hattie, “Greenwater, Alabama’daki Knockwood Tepesi’ni biliyor musunuz?” Yaşlı adam arkasına dönüp gemideki biriyle konuştu. Bir süre sonra fotoğrafik bir harita yaşlı adama uzatıldı. Yaşlı adam elinde haritayla bekledi.
“O tepedeki koca meşe ağacını biliyor musunuz, bayım?”
Koca meşe. Willie’nin babasının vurulduğu, asıldığı ve sabah rüzgarında sallanırken bulunduğu yer.
“Evet.”
“Hala duruyor mu?” diye sordu Hattie. “Gitmiş,” dedi yaşlı adam. “Havaya uçmuş. Ne tepe kalmış, ne ağaç. Görüyor musun?” Yaşlı adam fotoğrafa dokundu.
“Şuna bir bakayım,” dedi Willie ileri atılıp haritaya bakarak.
Hattie yaşlı adama bakıp göz kırptı, kalbi heyecanla çarpıyordu.
“Bana Greenwater’ı anlatın,” dedi Hattie çabucak.
“Ne bilmek isterdiniz?”
“Doktor Phillips’e ne oldu, yaşıyor mu?” Roketin içindeki bir cihazda cevap aranırken geçen bir dakika...
“Savaşta ölmüş.”
“Ya oğlu?”
“Ölmüş.”
“Evine ne olmuş?”
“Yanmış. Tıpkı diğer evler gibi.”
“Knockwood Tepesi’ndeki şu diğer koca ağaç?”
“Ağaçların hepsi yanıp gitti.”
“O ağaç da gitmiş mi, emin misiniz?” dedi Willie.
“Evet.”
Willie’nin bedeni gevşer gibi oldu.
“Bay Burton’ın evi ve Bay Burton’a ne oldu peki?”
“Tek bir ev bile kalmadı, tıpkı insanlar gibi.”
“Bayan Johnson’ın çamaşır kulübesi, annemin mekanı?”
Vurulduğu yer.
“O da gitmiş. Her şey gitti. Fotoğraflar burada, kendiniz bakabilirsiniz.”
Fotoğraflar dokunulmak, bakılmak ve üzerlerinde düşünmek için oradaydı. Roket fotoğraflarla ve sorulara cevaplarda doluydu. Her kasaba, her bina ve her mekan.
Willie elinde halatla duruyordu.
Dünya’yı, yeşil Dünya’yı, doğup büyüdüğü yeşil kasabayı hatırladı ve şimdi o kasabanın parçalarına ayrıldığını, yıkıldığını, tüm binalarıyla, tüm sözde ve sahici kötülükleriyle havaya uçup dağıldığını düşündü. Tüm o sert adamlar gitmişti, ahırlar, demirciler, dondurmacılar, barlar, köprüler, linç ağaçları, saçma kaplı tepeler, yollar, inekler, mimozalar, kendi evi, uzun nehrin kıyısındaki o büyük sütunlu evler, kadınların sonbahar ışığında kanat çırpan güveler kadar narin olduğu cenaze evleri de çok uzaktaydı. Soğukkanlı adamların ellerinde içki, veranda parmaklarına dayanmış silahlarıyla sallanan sandalyelerinde sallandığı, sonbahar havasını İçlerine çekerek ölümü düşündükleri evler. Gitmişti, hepsi gitmişti ve bir daha geri dönmeyeceklerdi. Şimdi apaçık ortadaydı. Bu medeniyetin tümü konfeti gibi parçalanmış ve ayaklarına serpiştirilmişti. Geriye nefret edilecek hiçbir şey kalmamıştı, boş bir fişek veya bir parça halat veya bir ağaç, hattâ bir tepe bile kalmamıştı. Geriye sadece bir roketteki yabancı insanlar, ayakkabılarını boyayacak, troleybüslerin arka koltuklarında yolculuk edecek veya tiyatroda arka sıralarda oturacak insanlar kalmıştı.
“Bunu yapmak zorunda değilsiniz,” dedi Willie Johnson.
Hattie, Willie’nin büyük ellerine baktı.
Parmakları açılıyordu.
Willie’nin bıraktığı halat yerde kıvrılıp kaldı.
Şehrin sokaklarında koşarak çabucak hazırlanan yeni tabelaları söktüler, tramvaylardaki sarı yazıların üzerini boyadılar, tiyatro balkonlarındaki ipleri kestiler, silahlarını boşaltıp halatlarını kaldırdılar.
“Herkes için yeni bir başlangıç,” dedi Hattie, arabayla eve dönerken.
“Evet,” dedi Willie sonunda. “Tanrı’nın sayesinde birazımız orada, birazımızsa burada hayatta kaldı. Artık ne olacağı hepimize bağlı. Aptallık devri kapandı. Aptal değil, başka bir şey olmalıyız. O konuşurken bunu anladım. Artık beyaz adamın da bizim hep olduğumuz kadar yalnız olduğunu anladım. Bizim de uzun zaman olduğumuz gibi evsiz kalmış. Artık herkes eşit. Eşit seviyede tekrar başlayabiliriz.”
Hattie eve gidip çocukları çıkarırken Willie hareket etmeksizin arabada oturdu. Çocuklar babalarını görmek için koşarak geldi. “Beyaz adamı gördün mü? Beyaz adamı gördün mü?” diye bağırdılar.
“Evet, efendim,” dedi direksiyon başında oturan ve parmaklarıyla yavaşça yüzünü ovan Willie. “Bana öyle geliyor ki bugün beyaz adamı ilk kez gerçekten gördüm. Onu tüm açıklığıyla gördüm.”
Ray Bradbury, Resimli Adam içinde: "Gün Olur Devran Döner", "The lllustrated Man", İthaki Yayınları, Ağustos 2012, İstanbul. Türkçe çeviri: İlker Sönmez
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder