Mina Urgan
Yalnız doğa değil, evcil hayvanlar da küçük mutlulukların önemli bir kaynağıdır. Ben köpekleri severim. Ama, evimde hiç köpek beslemedim; hep kedi besledim. Çünkü Yakup Kadri’nin zoraki diplomat olması gibi, ben de kızım Zeynep yüzünden zoraki kedisever oldum: Zeynep, iştahlı olmasına iştahlı küçük bir kızdı. Ne var ki, öğleden sonra okuldan eve dönünce, bütün gün aç kalmışçasına buzdolabına saldırmasını gene de anlayamıyorduk. Bir sabah Zeynep okula giderken, bir polis hafiyesi gibi, uzaktan gizlice izledim. Öğleyin yemesi için verdiklerimizi ne yaptığını anlamaktı amacım. Fındıklı’daki ilkokula giden Zeynep, Kazancı yokuşunun belirli bir noktasına gelince, etrafına şöyle bir bakıp, durdu. O durur durmaz, her bir yandan kediler üşüştü yanına. Zeynep, sefertasını açtı, köftelerin hepsini yolun kenarına döktü. Bir süre daha yürüdükten sonra, gene etrafına bakındı, gene durdu, kediler gene üşüştü. Bu kez pilavını döktü yolun kenarına. Böylece bu iştahlı çocuğa, öğle yemeği olarak, kala kala ancak bir elmayla bir mandalina kalıyordu. Elbette ki, eve dönünce saldıracaktı buzdolabına.
Bu saldırıları önlemek için, Zeynep’e evde besleyebileceği bir kedi almaktan başka çare yoktu. Böylece evimde her zaman kedi bulunduğundan, doğuştan öyle olmadığım halde, ben de kediseverler soyundan oldum zamanla. Bu “soy” sözcüğünü çok bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü kedilere tutkuyla bağlananlar, öteki insanlardan bambaşka bir soydandır bana kalırsa. Bu soy, gerçekten soylu bir soydur. Belirli bir kültür düzeyi ve duyarlılık şarttır kedileri tutkuyla sevebilmek için. Kaba saba bir hödüğün kedi sevmesinin yolu yoktur. Kedisever soyuna geç girdiğim halde, bununla gurur duyuyorum. Çünkü bu soydan olanlar, kültürlü, ince, sanat meraklısı insanlardır genellikle. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Charles Baudelaire’in Kediseverlerin Şahı olması; kedileri yücelten birbirinden güzel şiirler yazması, yeter de artar da bu gururu duymama.
İnsanlar birbirlerinden ne denli farklıysa, kediler de kişilikleri ve zekâ düzeyleri açısından o denli farklıdırlar birbirlerinden. Onlar da bulundukları ortama göre değişimlere uğrayabilir, çok şaşırtıcı olabilirler. Örneğin iğdiş edilmemiş, tam anlamıyla maço bir kara tekirimiz vardı. İstanbul’dayken kasıla kasıla çevresini uzaktan süzer, hiç kimseye sokulmaz, hiç kimsenin onu okşamasına izin vermezdi. Gelgelelim, Bodrum’a gidince, aynı kedi, tahammül edilemeyecek kadar yılışık bir herife dönüşürdü. İsteyenin de istemeyenin de kucağına hoplar, yerleşir; nereye gitsem peşimi bırakmaz; geceleri yatağımın ucunda yatabilmek için kapımın önünde acıklı acıklı miyavlar dururdu. İstanbul’a geri dönünce de, eski maço davranışlarını benimserdi yeniden.
Yıllardır birlikte yaşadığım kediler arasında en çok Patik’i sevdim. Bu yavru tekir öyle küçücüktü ki, Zeynep onu bir çay fincanı içinde getirmişti bana. Öksüz Patik beni anası bildi. Göğsüme oturur, gır gır ederek, gömleklerimin yakasını emerdi zavallı. Onu biberonda sütle beslemeliydim belki de. Ama bunu yapamadım; çünkü Gönül Kayra ile tanışmıyordum henüz. (Bu kediseveri ilk gördüğümde, Bodrum’daki Artemis otelinin kapısında ayakta duruyor, kucağında tuttuğu kedi yavrusuna çok küçük şişeli bir biberonla süt veriyordu.) Kendi kedimi biberonla böyle beslemediğim için, sevgili Patik yedi aylıkken öldü. Çok sıcak bir gündü. Evde yalnızdım. Kediler ölülerini göstermezler. Patik divanların altında saklanmaya başladı. Onu zorla oradan çıkardım, bir arkadaşımın arabasıyla, Anadolu yakasında bir veteriner aradık. Pazar günü olduğu için veterinerler hep kapalıydı. Sonunda Kartal dolaylarında, muayene odası çeşitli diplomalarla dolu bir veteriner bulduk. Adam, “bir şeyi yok, iyileşir” dedi. Ama o gece Patik kucağımda öldü. Onu gazetelere sarmalayıp kapıcıya vermek üzere paketledim. Ama küçük kuyruğu, sicimlediğim paketten çıkınca, işte o zaman dayanamadım: Ağlayamayan ben, hüngür hüngür ağladım. Sonra ömrümde yapmadığım bir şey yaptım: Evin bir köşesinde bulduğum hiç açılmamış bir cin şişesini balkonda önüme koydum, ağlaya ağlaya bütün cini içtim, ama acemice yapılmış paketten çıkan o küçük kuyruk gene de hiç gitmiyordu gözümün önünden.
Patik’in ölümünden sonra, kızım kıyametler kopardığı halde, kedi almamaya karar verdim; çünkü o geceyi bir daha yaşamak istemiyordum. Gelgelelim, kedisever soyunun saygıdeğer temsilcilerinden, bol sayıda kedi sahibi Gönül ve Cahit Kayra’nın, bana ille yamamak istedikleri bir kedi yavrusu vardı. İstanbullu genç bir çift, bu kediyi, Kayraların Uslu çıkmazına bırakmış; “siz bir hafta ona bakın, biz sonra gelip alırız” demişler ve ortadan yok olmuşlar. Kayralar beni kandırmak için diller döküyorlardı. “Tam senin tipin, tekir ve erkek” diyorlardı. Bodrum kedileri biraz uyuz olduklarından, “üstelik İstanbullu” diye ekliyorlardı. Ama ben “olmaz, istemem, almam” diyerek direniyordum.
Derken, Kayralar beni akşam yemeğine çağırdılar. Bahçede çardağın altında kurulan sofrada Gönül’ün nefis yemeklerini yerken beni aralarına oturttular. Her nedense rakı bardağım hep doluydu o gece. Meğer Gönül’le konuşurken, Cahit Bey bardağıma gizlice rakı boca edermiş; Cahit Bey’le konuşurken de Gönül Hanım aynı şeyi yaparmış. Her zaman olduğu gibi sâdece iki tek içtiğimi sandığım için, ayağa kalkınca hafif sendelediğimi hayretle gördüm. Sarhoş edip beni tuzağa düşürmüşler meğer. Barok müzik dinletmeleri de bir tuzaktı: İyice keyiflendiğim sırada, kapı açıldı. Kesinlikle istemediğimi söylediğim dünyalar sevimlisi tekir yavrusu, daha önceden Kayralar tarafından sanki özellikle eğitilmiş gibi, doğru bana koşup, hop diye kucağıma yerleşti. Hemen teslim oldum elbette. Kediyi aldım, eve götürdüm. Ne var ki, bu tekirle mutluluğum ancak bir ay sürdü. Çünkü, asıl sahipleri İstanbul’dan dönüp, kediyi benden aldılar. Kedi genç çiftin yanından kaçar, bana geri gelir diye, boşuna romantik düşler kurdum bir süre.
Mamo gelinceye kadar akıllı uslu Püsük’ün, o sırada bebek olan torunum Yunus’u kıskanıp Othello-Püsük’e dönüşmesi dışında, kedilerimle ilişkilerim psikolojik açıdan her zaman rahat olmuştu. Ama iki yıl önce, bir Bodrum dönüşü, Mamo’yu eve yerleşmiş bulunca, durum değişti. Mamo, kusursuz bir estetik görüntü sunmakla birlikte, hiç hoşlanmadığım bir kedi tipi. Bembeyaz, gözleri masmavi, aristokrat bir yaratık. Bense bu aristokrat yaratıkları değil, sokak kedilerini, yani halk tipi kedileri severim. Üstelik, Mamo’nun psikopat bir kedi olduğu hemen anlaşıldı: İlk geldiğinde görmediği beni iki ay sonra Bodrum’dan dönüp eve yerleşmiş bulunca, fena halde içerledi. Sabaha karşı yatağıma çıkıp, üstüme işedi. Dört gece, üst üste yineledi bu hakareti. Yanından her geçişimde bir tırmık attı. Mamasını verirken, elimi ısırdı. Kollarım bacaklarım yara bere içinde kaldı. Mamo, yalnız bana değil, telefona da saldırıyordu. Çünkü spiral biçiminde tele dayanamıyor, hemen kemirmeye başlıyor. Bu yüzden ikide birde işlemez hale gelen telefonu kocaman yuvarlak bir sepetin altında gizlemek zorunda kaldık.
Mamo ile karşılıklı antipatiyle başlayan ilişkimiz zamanla değişime uğradı. Mamo, ben uyurken yatağıma işemekten vazgeçti. Beni daha az tırmıkladı, daha az ısırdı. Bense, içinde sevgi kırıntıları bile bulunan bir hayli çapraşık duygular beslemeye başladım Mamo’ya karşı. Gelgelelim, çoğu davranışlarına alışamıyorum gene de. Örneğin Mamo öteki kediler gibi miyavlamıyor, resmen uluyor. Kitaplıkların, büfelerin, dolapların üstüne çıkıp, en yüksek yerlere tırmanıp, başlıyor ulumaya. Eskiden bas bariton sesle ulurdu. İğdiş edildikten sonra tenor sesiyle ulumaya başladı.
Uluması bir yana, Mamo, ruh hastalığını açığa vuran davranışlarda bulunuyor: Koltukların arkasına gizlenip ya da kilimlerin altından sinsice sürünerek beklenmedik bir anda saldırıya geçiyor. Saçları düzenle taranmış beylerin tepesine çıkıp, saçlarını sapıkça yalıyor. Özenle hazırlanmış bir sofranın yemek dolu tabaklarının üstüne yüksek bir yerden güm diye atlıyor. Amacı, o tabaklardakileri yemek değil, salt muzırlık yapmak; Mamo’ya âşık olan kızım, bu manyakça davranışları çok normal sayıyor. Ama ben ifrit oluyorum.
Evde bir de muhabbet kuşu bulunması, Mamo’yu büsbütün çıldırtıyor. Biz o kuşu isteyerek almadık. Küçük bir mutluluk olarak, cık cık öte öte kendiliğinden evimize girdi açık balkondan. Biz de ona aynalarla süslü bir kafes ve gereken mamaları aldık; benim yatak odamda Mamo’nun şerrinden koruyoruz. Bir kedinin bir kuşu yemek istemesinin normal bir içgüdü sayılması gerektiğini bildiğim halde, ona “katil!” diye bağırmaya da başladım. Ne var ki, bu katil hastalanınca, yüreğim parçalanıyor. Bu beyaz hayvanlar meğer albino sayılırmış. Albinoların sağlık durumları da sık sık bozulurmuş. Bizim albino da ikide birde hastalanıyor. Örneğin, konjonktivit oluyor. O masmavi gözleri, ateşten iki topa dönüşüyor. Canavar gibi dört nala koşmaktan, yükseklere çıkıp ulumaktan, sağa sola tırmık atmaktan vazgeçip, yatakların altına sessizce sığınınca, telâşlanıyorum; ne denli hasta olduğunu anlamaması için, önünde kızımla Türkçe değil, Fransızca konuşacak kadar abuk sabuk şeyler yapıyorum. Ne var ki, böyle saçmalayacak kadar Mamo’ya acımam, öteki kedilerimle paylaştığım o karşılıklı güvene ve sevecenliğe özlemimi azaltmıyor. Keşke şu Mamo uluyacağına öteki kediler gibi miyavlasaydı; böyle güzel, aristokrat ve ruh hastası olacağına, sıradan ama normal bir sokak kedisi olsaydı diyorum içimden. Ama elimde olmadan Mamo’yu küçük mutluluklarımdan biri sayıyorum gene de. *
* Ne yazık ki bunları yazdıktan bir yıl sonra, 4 Temmuz 1999’da, bir böbrek hastalığı yüzünden, sevgili Mamo’yu yitirdik.
Bir Dinozorun Gezileri, Mîna Urgan, Yapı Kredi Yayınları, 76. baskı: İstanbul, Mart 2013
Biber Evimizin kedisi (DK) |
Bu saldırıları önlemek için, Zeynep’e evde besleyebileceği bir kedi almaktan başka çare yoktu. Böylece evimde her zaman kedi bulunduğundan, doğuştan öyle olmadığım halde, ben de kediseverler soyundan oldum zamanla. Bu “soy” sözcüğünü çok bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü kedilere tutkuyla bağlananlar, öteki insanlardan bambaşka bir soydandır bana kalırsa. Bu soy, gerçekten soylu bir soydur. Belirli bir kültür düzeyi ve duyarlılık şarttır kedileri tutkuyla sevebilmek için. Kaba saba bir hödüğün kedi sevmesinin yolu yoktur. Kedisever soyuna geç girdiğim halde, bununla gurur duyuyorum. Çünkü bu soydan olanlar, kültürlü, ince, sanat meraklısı insanlardır genellikle. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Charles Baudelaire’in Kediseverlerin Şahı olması; kedileri yücelten birbirinden güzel şiirler yazması, yeter de artar da bu gururu duymama.
İnsanlar birbirlerinden ne denli farklıysa, kediler de kişilikleri ve zekâ düzeyleri açısından o denli farklıdırlar birbirlerinden. Onlar da bulundukları ortama göre değişimlere uğrayabilir, çok şaşırtıcı olabilirler. Örneğin iğdiş edilmemiş, tam anlamıyla maço bir kara tekirimiz vardı. İstanbul’dayken kasıla kasıla çevresini uzaktan süzer, hiç kimseye sokulmaz, hiç kimsenin onu okşamasına izin vermezdi. Gelgelelim, Bodrum’a gidince, aynı kedi, tahammül edilemeyecek kadar yılışık bir herife dönüşürdü. İsteyenin de istemeyenin de kucağına hoplar, yerleşir; nereye gitsem peşimi bırakmaz; geceleri yatağımın ucunda yatabilmek için kapımın önünde acıklı acıklı miyavlar dururdu. İstanbul’a geri dönünce de, eski maço davranışlarını benimserdi yeniden.
Yıllardır birlikte yaşadığım kediler arasında en çok Patik’i sevdim. Bu yavru tekir öyle küçücüktü ki, Zeynep onu bir çay fincanı içinde getirmişti bana. Öksüz Patik beni anası bildi. Göğsüme oturur, gır gır ederek, gömleklerimin yakasını emerdi zavallı. Onu biberonda sütle beslemeliydim belki de. Ama bunu yapamadım; çünkü Gönül Kayra ile tanışmıyordum henüz. (Bu kediseveri ilk gördüğümde, Bodrum’daki Artemis otelinin kapısında ayakta duruyor, kucağında tuttuğu kedi yavrusuna çok küçük şişeli bir biberonla süt veriyordu.) Kendi kedimi biberonla böyle beslemediğim için, sevgili Patik yedi aylıkken öldü. Çok sıcak bir gündü. Evde yalnızdım. Kediler ölülerini göstermezler. Patik divanların altında saklanmaya başladı. Onu zorla oradan çıkardım, bir arkadaşımın arabasıyla, Anadolu yakasında bir veteriner aradık. Pazar günü olduğu için veterinerler hep kapalıydı. Sonunda Kartal dolaylarında, muayene odası çeşitli diplomalarla dolu bir veteriner bulduk. Adam, “bir şeyi yok, iyileşir” dedi. Ama o gece Patik kucağımda öldü. Onu gazetelere sarmalayıp kapıcıya vermek üzere paketledim. Ama küçük kuyruğu, sicimlediğim paketten çıkınca, işte o zaman dayanamadım: Ağlayamayan ben, hüngür hüngür ağladım. Sonra ömrümde yapmadığım bir şey yaptım: Evin bir köşesinde bulduğum hiç açılmamış bir cin şişesini balkonda önüme koydum, ağlaya ağlaya bütün cini içtim, ama acemice yapılmış paketten çıkan o küçük kuyruk gene de hiç gitmiyordu gözümün önünden.
Patik’in ölümünden sonra, kızım kıyametler kopardığı halde, kedi almamaya karar verdim; çünkü o geceyi bir daha yaşamak istemiyordum. Gelgelelim, kedisever soyunun saygıdeğer temsilcilerinden, bol sayıda kedi sahibi Gönül ve Cahit Kayra’nın, bana ille yamamak istedikleri bir kedi yavrusu vardı. İstanbullu genç bir çift, bu kediyi, Kayraların Uslu çıkmazına bırakmış; “siz bir hafta ona bakın, biz sonra gelip alırız” demişler ve ortadan yok olmuşlar. Kayralar beni kandırmak için diller döküyorlardı. “Tam senin tipin, tekir ve erkek” diyorlardı. Bodrum kedileri biraz uyuz olduklarından, “üstelik İstanbullu” diye ekliyorlardı. Ama ben “olmaz, istemem, almam” diyerek direniyordum.
Derken, Kayralar beni akşam yemeğine çağırdılar. Bahçede çardağın altında kurulan sofrada Gönül’ün nefis yemeklerini yerken beni aralarına oturttular. Her nedense rakı bardağım hep doluydu o gece. Meğer Gönül’le konuşurken, Cahit Bey bardağıma gizlice rakı boca edermiş; Cahit Bey’le konuşurken de Gönül Hanım aynı şeyi yaparmış. Her zaman olduğu gibi sâdece iki tek içtiğimi sandığım için, ayağa kalkınca hafif sendelediğimi hayretle gördüm. Sarhoş edip beni tuzağa düşürmüşler meğer. Barok müzik dinletmeleri de bir tuzaktı: İyice keyiflendiğim sırada, kapı açıldı. Kesinlikle istemediğimi söylediğim dünyalar sevimlisi tekir yavrusu, daha önceden Kayralar tarafından sanki özellikle eğitilmiş gibi, doğru bana koşup, hop diye kucağıma yerleşti. Hemen teslim oldum elbette. Kediyi aldım, eve götürdüm. Ne var ki, bu tekirle mutluluğum ancak bir ay sürdü. Çünkü, asıl sahipleri İstanbul’dan dönüp, kediyi benden aldılar. Kedi genç çiftin yanından kaçar, bana geri gelir diye, boşuna romantik düşler kurdum bir süre.
Mamo gelinceye kadar akıllı uslu Püsük’ün, o sırada bebek olan torunum Yunus’u kıskanıp Othello-Püsük’e dönüşmesi dışında, kedilerimle ilişkilerim psikolojik açıdan her zaman rahat olmuştu. Ama iki yıl önce, bir Bodrum dönüşü, Mamo’yu eve yerleşmiş bulunca, durum değişti. Mamo, kusursuz bir estetik görüntü sunmakla birlikte, hiç hoşlanmadığım bir kedi tipi. Bembeyaz, gözleri masmavi, aristokrat bir yaratık. Bense bu aristokrat yaratıkları değil, sokak kedilerini, yani halk tipi kedileri severim. Üstelik, Mamo’nun psikopat bir kedi olduğu hemen anlaşıldı: İlk geldiğinde görmediği beni iki ay sonra Bodrum’dan dönüp eve yerleşmiş bulunca, fena halde içerledi. Sabaha karşı yatağıma çıkıp, üstüme işedi. Dört gece, üst üste yineledi bu hakareti. Yanından her geçişimde bir tırmık attı. Mamasını verirken, elimi ısırdı. Kollarım bacaklarım yara bere içinde kaldı. Mamo, yalnız bana değil, telefona da saldırıyordu. Çünkü spiral biçiminde tele dayanamıyor, hemen kemirmeye başlıyor. Bu yüzden ikide birde işlemez hale gelen telefonu kocaman yuvarlak bir sepetin altında gizlemek zorunda kaldık.
Mamo ile karşılıklı antipatiyle başlayan ilişkimiz zamanla değişime uğradı. Mamo, ben uyurken yatağıma işemekten vazgeçti. Beni daha az tırmıkladı, daha az ısırdı. Bense, içinde sevgi kırıntıları bile bulunan bir hayli çapraşık duygular beslemeye başladım Mamo’ya karşı. Gelgelelim, çoğu davranışlarına alışamıyorum gene de. Örneğin Mamo öteki kediler gibi miyavlamıyor, resmen uluyor. Kitaplıkların, büfelerin, dolapların üstüne çıkıp, en yüksek yerlere tırmanıp, başlıyor ulumaya. Eskiden bas bariton sesle ulurdu. İğdiş edildikten sonra tenor sesiyle ulumaya başladı.
Uluması bir yana, Mamo, ruh hastalığını açığa vuran davranışlarda bulunuyor: Koltukların arkasına gizlenip ya da kilimlerin altından sinsice sürünerek beklenmedik bir anda saldırıya geçiyor. Saçları düzenle taranmış beylerin tepesine çıkıp, saçlarını sapıkça yalıyor. Özenle hazırlanmış bir sofranın yemek dolu tabaklarının üstüne yüksek bir yerden güm diye atlıyor. Amacı, o tabaklardakileri yemek değil, salt muzırlık yapmak; Mamo’ya âşık olan kızım, bu manyakça davranışları çok normal sayıyor. Ama ben ifrit oluyorum.
Evde bir de muhabbet kuşu bulunması, Mamo’yu büsbütün çıldırtıyor. Biz o kuşu isteyerek almadık. Küçük bir mutluluk olarak, cık cık öte öte kendiliğinden evimize girdi açık balkondan. Biz de ona aynalarla süslü bir kafes ve gereken mamaları aldık; benim yatak odamda Mamo’nun şerrinden koruyoruz. Bir kedinin bir kuşu yemek istemesinin normal bir içgüdü sayılması gerektiğini bildiğim halde, ona “katil!” diye bağırmaya da başladım. Ne var ki, bu katil hastalanınca, yüreğim parçalanıyor. Bu beyaz hayvanlar meğer albino sayılırmış. Albinoların sağlık durumları da sık sık bozulurmuş. Bizim albino da ikide birde hastalanıyor. Örneğin, konjonktivit oluyor. O masmavi gözleri, ateşten iki topa dönüşüyor. Canavar gibi dört nala koşmaktan, yükseklere çıkıp ulumaktan, sağa sola tırmık atmaktan vazgeçip, yatakların altına sessizce sığınınca, telâşlanıyorum; ne denli hasta olduğunu anlamaması için, önünde kızımla Türkçe değil, Fransızca konuşacak kadar abuk sabuk şeyler yapıyorum. Ne var ki, böyle saçmalayacak kadar Mamo’ya acımam, öteki kedilerimle paylaştığım o karşılıklı güvene ve sevecenliğe özlemimi azaltmıyor. Keşke şu Mamo uluyacağına öteki kediler gibi miyavlasaydı; böyle güzel, aristokrat ve ruh hastası olacağına, sıradan ama normal bir sokak kedisi olsaydı diyorum içimden. Ama elimde olmadan Mamo’yu küçük mutluluklarımdan biri sayıyorum gene de. *
* Ne yazık ki bunları yazdıktan bir yıl sonra, 4 Temmuz 1999’da, bir böbrek hastalığı yüzünden, sevgili Mamo’yu yitirdik.
Bir Dinozorun Gezileri, Mîna Urgan, Yapı Kredi Yayınları, 76. baskı: İstanbul, Mart 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder