27 Mayıs 2018 Pazar

Barış İçin Uzun Yürüyüş

Ursula K. Le Guin
Metin, Balıkçıl Gözü 
isimli  romandan alınmıştır.


[Kitabın tanıtımında şöyle deniliyor:
"Victoria Gezegeni'ne önce dört bini aşkın haydut, katil ve hırsız tek yönlü uzay gemileriyle sürgün edildi. Bundan elli yıl sonra ise iki bin kadar barış yanlısı aynı sürgün kaderini paylaştı.
Şimdi artık Victoria'da iki toplum, iki kültür vardı: Dünya'nın en hırslı, en savaşkan ve en kural tanımaz insanlarının kendi kurallarını acımasızca uyguladıkları Şehir ve Barış İnsanları'nın şiddetten, savaştan ve sömürüden uzak yaşamak amacıyla kurdukları Shantih Kasabası. Bu iki toplum arasında çatışma çıkması kaçınılmazdı; ne var ki, taraflardan biri çatışmaktansa yok olmaya bile razıydı..."
Aşağıdaki pasajda barış insanlarının dünyadan koparılmadan önce gerçekleştirdikleri Uzun Yürüyüş ve aralarından 2000 kişinin Victoria gezegenine nasıl gönderildiği anlatılmaktadır.]


***

"Hepimiz dünyanın dört bir yanından toplandık geldik," dedi yaşlı adam. "Büyük şehirlerden, küçük köylerden geldi insanlar. Yürüyüş Moskva Şehri'nde başladığı zaman dört bin kişi varmış ve Rusya denen yerin kenarına geldiklerinde, yedi bin kişi olmuşlar bile. Ve Avrupa denen büyük yeri bir uçtan bir uca geçmişler; ve yüzlerce yüzlerce insan katılmış Yürüyüş'e, aileler, tek başına gezen canlar, genci, yaşlısı. Yakındaki kasabalardan gelmişler, okyanusların ötesindeki büyük kıtalardan gelmişler, Hindistan'dan, Afrika'dan. Getirebildikleri bütün yiyecekleri ve yiyecek alabilecekleri bütün değerli paralarını yanlarında getirmişler çünkü o kadar çok sayıdaki yürüyüşçünün her zaman yiyeceğe ihtiyacı olur. Kasabalardaki insanlar yol kenarlarına dizilip yürüyüşçülerin yürüyüp gitmelerini seyretmiş ve bazen çocuklar ellerinde yiyecekten bir armağan veya kıymetli paralarla onlara koşarmış. Büyük ülkelerin orduları da yol kenarında durmuşlar, seyretmişler ve yürüyüşçüleri korumuşlar ve onlara, bu kadar kalabalık oldukları için tarlalara, ağaçlara, kasabalara zarar vermemeleri için gözkulak olmuşlar. Ve yürüyüşçüler şarkı söylemiş; ve bazen ordulardaki adamlar tüfeklerini bir kenara fırlatarak, gecenin karanlığında Yürüyüş'e katılmış. Yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler. Geceleri konaklamışlar; sanki açık tarlalarda aniden büyük bir kasaba bitiveriyormuş gibi görünüyormuş, hep insanlardan oluşan. Yürümüşler, yürümüşler, yürümüşler; Fransa'nın tarlalarından, Almanya'nın tarlalarından, İspanya'nın yüksek dağlarından, haftalarca yürümüşler, aylarca yürümüşler barış şarkıları söyleyerek ve sonunda varmışlar, on binlerin gücü, kıtanın sonuna ve denizin başlangıcına, gemiler için söz verilmiş olan yere Lisbon Şehri'ne varmışlar. Ve orada gemiler limanda demirlemiş duruyorlarmış.

"İşte Uzun Yürüyüş buymuş. Ama bitmemiş, yolculuk yani! Gemilere binmişler, kendilerine kucak açacak olan Özgür Ülke' ye yelken açmak için. Ama artık çok fazlalarmış. Gemiler sadece iki bin kişiyi alabiliyormuş; onların sayısı ise yürüdükçe artmış da artmış, artık on bin kişilermiş. Ne yapacaklarmış? Sıkışmışlar, sıkışmışlar; daha çok yatak yapmışlar, büyük gemilerin bir odasına, iki kişi alacak bir odaya on kişi sıkıştırmışlar. Gemilerin kaptanları, Durun, demiş, gemiye daha çok insan sıkıştıramazsınız, bu uzun yolculuk için yeterince su depomuz yok, hepiniz gemilere sığamazsınız. Böylece onlar da tekneler, kayıkçı tekneleri satın almışlar, yelkenli tekneler, motorlu tekneler; ve insanlar, kendi tekneleri olan büyük, zengin insanlar gelip, Benim teknemi kullanın, ben elli canı Özgür Ülke'ye götürürüm, demiş. İngiltere adında bir şehirden balıkçılar gelip, Benim teknemi kullanın, ben elli can alırım, demiş. Kimisi, o kadar büyük bir denizi geçmek için o küçük teknelerden korkmuş; o zaman bazıları geriye dönüp Uzun Yürüyüş'ten ayrılmış. Fakat onlara katılmak için hep yeni yeni insanlar geliyormuş, böylece sayıları fazlalaşıyormuş. Ve sonunda hepsi Lisbon limanından ayrılmışlar, müzikler çalınmış, rüzgâra kurdelalar bırakılmış ve denize açılan büyük gemiler ile küçük teknelerdeki insanlar hep birlikte şarkılar söylemişler.

"Denizde bir arada duramamışlar. Gemiler hızlı, kayıklar yavaşmış. Sekiz gün içinde gemiler, Kanamerika ülkesindeki Montral limanına girmiş. Okyanus boyunca dizilmiş olan diğer tekneler daha sonra gelmiş; kimisi günler sonra, kimisi haftalar sonra. Benim annemle babam teknelerden birindeymiş, soylu bir hanımın, Özgür Ülke'ye gelebilmeleri için Barış İnsanları'na ödünç' verdiği Anita isminde beyaz güzel bir teknede. Teknede kırk kişi varmış. Onlar çok güzel günlerdi, diyordu annem. Hava güzelmiş, onlar da güvertede güneşin altında oturup, onlara vadedilen ülkede, Kanamerika'nın kuzey kısımlarında dağlar arasındaki ülkede, Barış Şehri'ni nasıl kuracaklarını tasarlarlarmış.

"Fakat Montral'a vardıklarında, silahlı adamlar tarafından karşılanmışlar, alınmışlar ve hapishanelere konmuşlar; ve bütün öbürleri de oradaymış, büyük gemilerde olanlar, bütün insanlar, hapishane kamplarında bekleşiyorlarmış.

"Sayıları çok fazla, demiş o ülkenin liderleri. İki bin olmaları gerekirken onlar on binmiş. O kadar çok insan için ne bir ülke, ne de bir yer varmış. Tehlikeli oluyorlarmış, o kadar çok oldukları için. Dünyanın her tarafından insanlar onlara katılmak için gelip duruyor, şehrin, hapishane kamplarının dışında konaklıyor ve barış şarkıları söylüyorlarmış. Brezilya'dan bile geliyorlarmış; onlar da Uzun Yürüyüş'lerini kuzeye, büyük kıtanın yukarısına doğru başlatmışlarmış. Kanamerika yöneticileri korkmuş. Düzeni korumanın veya bu kadar çok insanı doyurmanın hiçbir yolu olmadığını söylemişler. Bunun bir işgal olduğunu söylemişler. Barış'ın bir yalan olduğunu, gerçek olmadığını söylemişler çünkü onlar bunu anlamamışlar ve bunu istemiyorlarmış. Kendi halklarının Barış'a katılmak için onları terk ettiğini ve buna izin verilemeyeceğini çünkü onların hepsinin Cumhuriyet ile yirmi yıldır sürmüş olan ve hâlâ süren Uzun Savaş'ta savaşmaları gerektiğini söylemişler. Barış İnsanları'nın vatan haini ve Cumhuriyet'in casusu olduğunu söylemişler! Ve böylece bize vadettikleri dağlar arasındaki o ülkeyi vereceklerine, bizleri hapishane kamplarına kapatmışlar. Orada doğmuşum ben, Montral'ın hapishane kampında.

"Sonunda yöneticiler şöyle demiş: Tamam, biz sözümüzü tutacağız, size üzerinde yaşayabileceğiniz bir toprak vereceğiz ama size Dünya'da yer yok. Size Brezilya'da yıllar önce, hırsızları ve katilleri uzaklara yollamak için yapılan gemiyi vereceğiz. Üç gemi yapılmıştı, ikisi Victoria adlı gezegene yollanmış, üçüncüsü ise hiç kullanılmamıştı çünkü kanunlar değişmişti. Kimse gemiyi istemiyor çünkü gemi tek bir yolculuk yapacak şekilde üretilmişti, Dünya'ya geri dönemezdi. Brezilya bize o gemiyi verdi. İçinizden iki bin kişi o gemiye binebilecek, geminin bütün alabileceği o kadar. Ve geri kalanlarınız ya okyanus üzerinden kendi ülkelerinize, Kara Rusya'ya dönüş yolunu bulacaksınız, ya da burada hapishane kamplarında yaşayıp Cumhuriyet ile yaptığımız Savaş için silah üreteceksiniz. Liderlerinizin hepsinin gemiye binmesi gerekiyor, Mehta ve Adelson, Kamiskaya ve Wicewska ve Shults; biz o adamları ve kadınları Dünya'da istemiyoruz çünkü onlar Savaş'ı sevmiyorlar. Barış'ı başka bir gezegene götürmeleri gerek.

"Böylece iki bin kişi kurayla seçilmiş. Ve bu seçim çok acı olmuş, acı günlerin en acısı. Gidenler için bir umut varmış ama ne pahasına - pilotsuz olarak yıldızlar arasından bilinmeyen bir gezegene, bir daha geri dönmemecesine gitmek pahasına? Ve kalmak zorunda olanlar için, hiç umut kalmamış. Çünkü Dünya' da Barış için hiçbir yer kalmamış.

"Böylece seçimler yapılmış, gözyaşları akmış ve gemi gönderilmiş. Ve böylece o iki bin ve onların çocukları, çocuklarının çocukları için, Uzun Yürüyüş bitmiş. Burada, Victoria vadilerinde bulunan Shantih ismini verdiğimiz bu yerde. Fakat biz Uzun Yürüyüş'ü, büyük yolculuğu ve kolları bize doğru uzanmış olan geride kalanları unutmuyoruz. Dünya'yı unutmuyoruz."

Çocuklar dinlediler: Beyaz ve esmer yüzler, siyah ve kahverengi saçlar; gözler dikkatli, uykulu; öyküden zevk alarak, etkilenerek, sıkılarak... Hepsi bunları daha önce duymuşlardı, aralarında bazılarının yaşlarının çok küçük olmasına rağmen. Bu, onlar için gezegenin bir parçasıydı. Sadece Luz için yeniydi bunlar.

Aklında yüzlerce soru vardı, bir sürü soru; bıraktı çocuklar kendi sorularını sorsunlar. "Amity, anneannesi Kara Rusya'dan geldiği için mi kara renkli?" - "Uzay gemisini anlat! orada nasıl uyuduklarını anlat!" - "Dünya'daki hayvanları anlat!" - Soruların bazıları onun yerine sorulmuştu; onun, bilgisiz yabancı büyük kızın, halklarının destanının en sevdikleri bölümlerini duymasını istiyorlardı. "Luz'a uçan uçakları anlat!" diye bağırdı küçük bir kız, büyük bir heyecanla ve Luz'a dönerek yaşlı adamın öyküsünü onun yerine çabuk çabuk anlatmaya başladı: "Annesiyle babası denizin ortasında bir teknedelermiş, üstlerinden uçan bir gemi geçip gitmiş sonra bum diye bir ses çıkararak denize düşmüş ve batmış sonra bu uçak Cumhuriyet'miş ve onlar görmüşler. Sonra insanları denizden toplamaya çalışmışlar ama hiç insan yokmuş, su zehirliymiş sonra onların da gitmesi gerekiyormuş" - "Afferka'dan gelen insanları anlat!" diye isteğini belirtti bir oğlan çocuğu. Fakat Hari yorulmuştu. "Bu kadar yeter," dedi. "Hadi, Uzun Yürüyüş'ün şarkılarından birini söyleyelim. Meria?"

On iki yaşındaki bir kız gülümseyerek kalktı ve diğerlerine döndü. "Ah vardığımızda," diye hoş tınılı bir sesle başladı, diğerleri katıldı:

Ah vardığımızda,

Ah Lizbon'a vardığımızda,

Beyaz gemiler bekliyor olacak,

Ah vardığımızda...

Ursula K. Le Guin, Balıkçıl Gözü, "The Eye of the Heron, 1978",  Metis Yayınları, 2005/3, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder