24 Nisan 2018 Salı

Garp Cephesi'nde Yeni Bir Şey Yok!

Erich Maria Remarque


Öğretmen Kantorek Öğrencileri Savaşa Katılmaları Konusunda Kışkırtıyor: 
“Gidiyoruz, değil mi, arkadaşlar?”
Kantorek, bizim sınıfın öğretmeniydi; kuyruklu ceketi gri, suratı fare yüzü gibi sivri, kısa boylu, sert bir adam. “Klosterberg canavarı” Himmelstoss Çavuş boyunda aşağı yukarı. Dünyanın başına felaketlerin, çokluk böyle bücür adamlar yüzünden gelmesi, ne garip! Bu gibiler boylu boslulardan daha enerjik, daha sinir olurlar. Ufak tefek bölük komutanlarına düşmekten ben daima çekinmişimdir. Böyleleri çok kere dehşetli zalimdirler.

Kantorek, beden eğitimi derslerinde bizlere öyle nutuklar çekti ki, bütün sınıf tabur olup onun komutasında Şubeye gittik, askere yazıldık. Onun o hali hala gözümün önündedir: Gözlüğünün camlan gerisinden parıltılı gözlerle bizi süzmüş, heyecanlı bir sesle sormuştu: “Gidiyoruz, değil mi, arkadaşlar?”


Bu öğretmenlerin duyguları çok kere yelek ceplerinde hazırdır; derslerde ders gibi verirler bunları. Ama biz o zamanlar böyle şeyleri tasa etmezdik kendimize.

Yalnız, içimizden biri duraklıyor, bizimle gelmek istemiyordu: Jozef Behm, şişman, sevimli bir çocuk. Ama sonunda razı oldu, başka türlü de yapamazdı zaten. Belki daha birçokları onun gibi düşünmüşlerdi; ama hiçbiri katılmamazlık edemezdi; çünkü bu sıralarda anneler babalar bile hemen korkak damgasını yapıştırıyorlardı insana. Ne yapalım ki, insanlar farkında değillerdi işin. Akılları erenler fakir, basit kimselerdi aslında. Bu gibiler savaşa bir felaket gözüyle bakarlarken, tuzu kuru olanlar sevinçten uçuyorlar, harbin herkeslerden önce asıl kendilerine zarar getireceğini hiç düşünmüyorlardı.

Katczinsky, bunun okumuşluktan ileri geldiğini iddia eder; tahsil, insanı aptallaştırır, der. Kat ne söylediyse, düşünmüş de söylemiştir.

Gariptir, ilk ölenlerden biri oldu Behm. Bir hücumda gözlerine bir mermi saplandı, öldü sanıp bıraktık onu oracıkta. Alıp getiremezdik, çünkü apar topar geri kaçıyorduk. Öğleden sonra birdenbire seslendiğini duyduk; ta ilerde sürünmekte olduğunu gördük. Demek bayılmıştı sadece. Gözleri hiç görmediği, acıdan çılgına döndüğü için kendini gizlemeden ilerliyordu; biz kurtarmaya gidemeden, karşı taraftan vurdular.

Bu olayla Kantorek, birbirine bağlanamaz şüphesiz. Bu da suç olursa ne kalır dünyadan geriye? Kantorek gibi daha binlercesi, kendilerini hiç sıkıya sokmadan en mükemmeli yaptıklarına emindirler. Ama onların iflası da, işte bu noktada bizim için.

Onlar onsekiz yaşındaki bizleri yetişkinler dünyasına; çalışma, vazife, kültür, ilerleme dünyasına; geleceğin dünyasına ileten yol göstericiler olmalıydılar. Biz zaman zaman, onları alaya aldık, onlara ufak tefek oyunlar oynadık, ama temelde inanıyorduk onlara. Daha geniş bir anlayış, daha insanca bir bilgi, düşüncelerimizde, temsilcileri oldukları otorite kavramıyla birleşiyordu. Şu var ki, gördüğümüz ilk ölü, bizdeki bu inancı paramparça etti. Yaşımızın onların yaşından daha saygıdeğer bir yaş olduğunu anladık; onlar bizden sadece laf ebeliğinde, becerikli oluşta üstündüler. İlk yaylım ateş, bize onların yanlışını gösterdi; onların bize öğrettikleri dünya görüşü, bu bombardıman karşısında yıkılıverdi.

Onlar hala yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye vasıflandırırlarken biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu anlamış bulunuyorduk. Ama yine de isyan etmedik, askerden kaçmadık, korkak olmadık.  Bütün bu sözleri' onlar öyle bol kullanıyorlardı ki!  Biz vatanımızı onlar kadar seviyor, her hücumda cesaretle ileri atılıyorduk.  Ama şimdi ayırdediyoruz; birdenbire görmeyi öğrendik, onların dünyalarından hiçbir şey kalmadığını gördük. Ansızın, korkunç bir şekilde, yapayalnız bulduk kendimizi; ve bu işi bir başımıza halletmek zorunda kaldık.
...............................


Savaşta Bir AN
Top sesleri kesildi. Çukura dönüyor, ötekilere işaret ediyorum. Yukarı çıkıyor, maskelerini sıyırıyorlar. Yaralıyı kucaklıyoruz; birimiz sargı tahtasındaki kolunu tutuyor, aksaya sendeleye hızlı hızlı yürüyoruz.
Mezarlık bir yıkıntı yeri sanki. Tabutlar, cesetler darmadağın ortalıkta. Ölüler bir daha öldürüldüler; ama parçalananlardan her biri bizden birinin hayatını kurtardı.

Mezarlığın tahta perdesi paramparça, sahra treninin rayları kopmuş, sökülmüş, havaya kalkmış. Önümüzde birisi yatıyor. Duruyoruz, yalnız Kropp yaralıyla yoluna devam ediyor.

Yerde yatan, acemi erlerden biri. Kalçası yapış yapış kan içinde; o kadar bitkin ki, matarama el atıyorum, rumlu çay var. Kat elimi itiyor, yaralının üzerine eğiliyor:
“Nerenden yaralısın, arkadaş?”
Yaralı, gözlerini kımıldatıyor, cevap veremeyecek kadar bitkin.
Dikkatle pantolonunu kesiyoruz. inliyor.
“Dur hele, dur hele, geçer..”
Karnından vurulmuş olsaydı içecek vermek doğru olmazdı. Kusmadığına göre mahzuru yok. Kalçasını açıyoruz. Kemik parçalarıyla dolu pelte gibi bir et yığını. Mermi mafsala rastlamış. Bu delikanlı bundan böyle yürüyemez.

Islak parmağımla şakaklarını ovuyor, bir yudum çay içiriyorum. Gözlerinde bir kımıldayış oluyor. Sağ kolunun da kanamakta olduğunu ancak o zaman görüyoruz.

Kat, yaralara yetmesi için iki paket pamuğu mümkün olduğu kadar çok didiyor, ayırıyor. Üzerlerine hafifçe bağlamak için bir bez parçası arıyorum. Yanımızda hiçbir şey kalmamış; bunun için yaralının pantolonunu biraz daha sıyırıyor, donundan bir parça yırtarak sargı yerine kullanmayı düşünüyorum. Fakat donu yok. Yüzüne daha dikkatli bakıyorum: Deminki sarışın çocuk bu.

Kat, o aralık, ölmüş bir neferin ceplerinden sargı paketleri çıkarıyor, yarayı bunlarla dikkatlice sarıyoruz. Gözlerini bizden ayırmayan delikanlıya: “Şimdi bir sedye getiririz!” diyorum.
Ağzını aralıyor, fısıldıyor:
“Gitmeyin!”
Kat: “Hemen geleceğiz,” diyor. “Sana bir sedye getirmeye gidiyoruz.”
Söyleneni anlayıp anlamadığı belli değil, peşimizden bir küçük çocuk gibi sızlanıyor:
“Gitmeyin!”
Kat arkasına bakıyor, fısıldıyor: “Tabancayı çekip bu işe bir son versek; en münasibi de bu galiba.”
Delikanlı taşınmaya dayanabilecek halde değil, dayansa bile bir iki günlük ömrü kalmış şurada. Hem şimdiye kadar çektikleri, ölüp kurtuluncaya kadar çekecekleri yanında hiç kalır. Şimdi yan baygın, henüz bir şey şey duymuyor üstelik. Ama bir saat sonra dayanılmaz acılar, korkunç feryatlar içinde kıvranan bir külçe olacak. Daha yaşayabileceği sayılı günler, artık müthiş işkencelerden ibaret onun için. O günleri ha yaşamış, ha yaşamamış, faydası ne?
Başımı sallıyorum: “Öyle, Kat, tabancayı çekmeli.”
“Ver sen!” diyor, duruyor.
Kat iyice karar vermiş anlıyorum. Etrafımıza bakınıyoruz, ama artık bir başımıza değiliz ki! Önümüzde bir sürü insan birikmiş; oyuklardan, mezarlardan başlar çıkıyor.
Bir sedye getiriyoruz.
Kat başını sallıyor: “Bu körpe çocuklar...” Tekrarlıyor: “Bu körpe ve masum çocuklar ...”
Bizim can kaybımız, sanıldığından az çıktı: Beş ölü, sekiz yaralı: Ölülerimizin ikisi güllelerin açtığı mezarlarda yatıyor, bize Üzerlerine toprak örtmekten başka bir iş kalmıyor.

..................................
Savaşın Sonuna Doğru
Sonbahar. Eskilerden artık çok kimse kalmadı. Bizim sınıftan yedi kişinin sonuncusuyum ben.
Herkesin ağzında barış, mütareke sözü. Herkes bekliyor. Yeni bir hayal kırıklığı mahvedecek hepsini; ümitler o kadar kuvvetli; dinamitlenmedikçe söküp atmak imkansız. Barış olmazsa, ihtilal hazır.
Bana iki hafta istirahat verdiler, çünkü biraz gaz yuttum. Küçük bir bahçede bütün gün güneşte oturuyorum. Mütareke yakındır, şimdi buna ben de inanıyorum. Mütareke olunca evlerimize gideceğiz.

Düşüncelerim orada duruyor, daha öteye geçmiyor. Üstün bir kuvvetle beni çeken, bekleyen şeyler: Duygular. Yaşamak hırsı, sıla hasreti, kan, kurtuluş sarhoşluğu. Fakat gaye değil bunlar.

1916 da evlerimize dönseydik, karşılaştığımız olayların acı ve dehşetinden bir fırtına koparırdık. Şimdi dönersek yorgun, harap, yanmış, köksüz, ümitsiz. Belimizi doğrultamayız artık.

Hem, anlamazlar da bizi, çünkü önümüzde bir nesil  var; buradaki bu yılları bizimle birlikte geçirmiş; ama evi ocağı, mesleği olan, şimdi eski durumlarına kavuşunca harbi unutacak bir nesil.. ve ardımızdan bir nesil yetişiyor; tıpkı evvelki bizler gibi; onlar da bizi yadırgayacak, bir kenara itiverecekler. Bizler kendimiz için bile faydasız; büyüyece ğiz; bazımız devrana uyacak, bazımız kadere boyun eğecek, çoğumuz da perişan olacağız; yıllar geçip gider, eninde sonunda mahvoluruz.
Ama belki de benim bütün bu düşündüklerim bir hüzün, bir şaşkınlık sadece; tekrar kavakların altına gider de yaprakların hışırtısını dinlersem, silinip kaybolacak bir hüzün. Kanımızı coşturan o Yumuşak, o Müphem, o Şaşırtıcı, o Gelmesi Yakın, gelecek zamanların o binlerce çehresi; hülyalardaki, kitaplardaki o melodiler, kadınları hissetmek, verecekleri keyif, nasıl yok olur, imkansız! Yaylım ateşlerinde, ümitsizlikte, asker kerhanelerinde nasıl yok olur bütün bunlar, imkansız!
Buradaki bu ağaçlar renk renk ve san; dallar arasında üvezler kırmızı; ufka doğru beyaz uzanıyor şoseler; kantinlerde barış söylentileri, arı kovanlarında uğultular gibi.
Ayağa kalkıyorum.
Çok sakinim. İsterse aylar, yıllar gelsin daha; hiç bir şey vermem artık;artık benden hiç bir şey alamazlar. Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
.....
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Çeviren: Behçet Necatigil, Varlık Yayınları, 1971/4, İstanbul

NOT: Ara başlıkları ben yazdım. DK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder