[Olga Tokarczuk'un bu yazısı, Newyorker'da yayımlanmış. Ekşi Sözlük yazarı da çevirmiş. Hem yazarı sevdiğim hem de yazıyı beğendiğim için buraya aldım. Okumaya, üzerinde konuşmaya değer. DK]
Penceremden Gözüken Yeni Dünya
Penceremden baktığımda burada yaşamaya karar vermemin sebebi olan çok sevdiğim
beyaz dut ağacını görebiliyorum. Dut ağacı cömert bir ağaçtır. İlkbahar ve yaz
boyunca tatlı ve sağlıklı meyveleriyle onlarca kuş ailesini besler. Şu anda
yapraksız olduğu için sessiz bir sokak görüş alanıma giriyor. İnsanlar parka
giderken bu sokaktan geçiyor. Wroclaw’da mevsim neredeyse yaz. Kör edici bir
güneş, mavi gökyüzü, temiz hava. Bugün köpeğimi gezdirirken iki adet saksağan
kuşunun bir baykuşu kovaladığını gördüm. Baykuş ile göz göze geldik. Hayvanlar
da sabırsızlıkla neler olacağını merak ediyor gibi gözüküyor.
Uzun zamandır dünyayı çok fazla hissediyor gibiydim. Çok fazla, çok hızlı, çok
gürültülü. O yüzden bir izolasyon travması yaşadığım söylenemez. Benim için
insanları görmemek zor değil. Sinemalar kapandığı için üzgün değilim. Alışveriş
merkezlerinin kapanmasını umursamıyorum bile. Tabii ki işlerini kaybeden
insanları düşündüğümde üzülüyorum. Fakat yaklaşan karantinayı duyduğumda
rahatladığımı hissetmiştim. Biliyorum ki birçok insan, bu düşüncesinden utansa
bile aynı şeyleri düşünüyor. Hiperaktif dışa dönükler tarafından boğulmuş,
istismar edilmiş içe kapanıklıklar gün yüzüne çıkmaya başladı.
Pencereden komşumu izliyorum. Kendisi her daim çok çalışan bir avukat. Son zamanlara kadar cüppesiyle işe gidiyordu. Şimdi bol bir pantolon ile bahçesindeki dallarla ilgileniyor. Ortalığı düzenliyor. Gençler kıştan bu yana yürüyüşe götürmedikleri yaşlı köpeklerini gezdiriyorlar. Köpek sendeleyerek yürürken sabırla ritmine ayak uydurarak. Çöp kamyonu büyük bir gürültüyle çöpleri topluyor.
Hayat devam ediyor, ama nasıl? Bambaşka bir ritimle.
Dolabımı düzenledim. Okuduğumuz gazeteleri ayıkladım ve geri dönüşüm kutusuna
attım. Çiçeklerin saksısını değiştirdim. Bisikletimi tamirciden aldım. Yemek
yapmaktan zevk almaya başladım.
Çocukluğum aklıma geliyor. Çok fazla zaman vardı. Zamanı boşa harcamak ya da
zaman öldürmek mümkündü. Saatlerce pencereden dışarı bakmak, karıncaları
gözlemlemek ya da masanın altında yatıp oranın bir mağara olduğunu düşünmek.
Ansiklopedi okumak.
Hayat normal ritmine dönmüş olabilir mi? Belki de virüs bir mutasyonun
sonucu oluşmuş değildir. Tam tersi, virüsten önceki hareketli yaşamımız
anormaldi.
Virüs hepimize büyük bir ısrarla reddettiğimiz gerçeği hatırlattı. Narin
malzemeden yapılma narin yaratıklarız. Ölümsüz değiliz. İnsanlığımızla dünyadan
ayrışmıyoruz. Dahil olduğumuz büyük bir ağ var. Diğer varlıklar ile görünür/
görünmez bir etkileşim ve bağımlılık içerisindeyiz. Ülkelerin birbirinden ne
kadar uzakta olduğundan, hangi dili konuştuğumuzdan, hangi renk deriye sahip
olduğumuzdan bağımsız olarak hepimiz aynı hastalıktan korkuyor, aynı ölümü
yaşıyoruz.
Tehlike karşısında ne kadar zayıf ve zarar görebilir olduğumuzu, etrafımızda bizden daha hassas insanlar olduğunu ve onlara yardım etmemiz gerektiğini hatırladık. Bizden yaşlı insanların ne kadar kırılgan olduklarını ve yardımımıza ne kadar ihtiyaçları olduğunu anladık. Aşırı davranışlarımızın dünyayı tehlikeye soktuğunu gördük. Ve kendimize çok nadir sorduğumuz bir soruyu hatırladık: bu şekilde devam etmeye bizi ne ikna ediyordu?
Hasta olma korkusu bize sığındığımız, içerisinde güvende hissettiğimiz yuva
kavramını yeniden hatırlattı. En azılı gezginler bile bir çeşit ev kavramı
oluşturmak zorunda kaldılar. Aynı zamanda, bazı acı gerçekler ortaya çıktı.
Tehlike anında millet ve sınır kavramına sarılındı. Avrupa topluluğu fikrinin
pratikte ne kadar zayıf olduğunu gördük. Kriz zamanı Avrupa Birliği karar yetkisini
milletlere devretti. Hani son yıllarda yeniden belirmesin diye çok
savaştığımız, biz ve onlar arasında ayrım yaratan eski aşırı milliyetçilik, ötekini
suçlamaya yatkınlığımız geri döndü. Avrupa, virüs başka bir yerden geldi diye
düşünüyor. Polonya’da dışarıdan gelen herkes şüpheli sayılıyor. Virüs bize hatırlattı
ki sınırlar hala var ve gayet işe yarıyorlar.
Aynı zamanda virüsün bir başka gerçeği sağlamlaştırmasından korkuyorum. Hiç de
eşit olmadığımızı. Bazılarımız adalara, ormanlara inzivaya çekilirken diğerleri
elektrik istasyonlarında ve arıtma tesislerinde çalışmak zorunda. Dükkânlarda
veya hastanelerde. Karantinada bazıları para biriktirirken diğerleri sahip
oldukları her şeyi kaybediyor. Yaklaşmakta olan kriz bize öncesinde akıllıca
gelen birçok şeyi yeniden gözden geçirtecek, bazı ülkeler bununla başa
çıkamayacak ve yeni düzenler uyanacak. Her kriz sonrası olduğu gibi.
Evde kaldığımıza, kitaplar okuduğumuza ve televizyon izlediğimize inanıyoruz.
Ama aslında şu an tasavvur edemediğimiz bir gerçekliğe hazırlıyoruz kendimizi.
Yavaş yavaş hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını idrak ediyoruz. Ailemizle
bizi aynı evde kalmaya zorunlu kılan karantina; hiçbir zaman kabul etme yanlısı
olmadığımız şeylerin farkına vardırıyor bizi. Ailemiz bizi içten içe yiyor. Evliliğimizdeki
bağlarımız kopalı çok olmuş. Çocuklarımız internet bağımlısı olarak çıkacaklar
bu süreçten. Karantinadaki hissizlik ve hareketsizliğin bir kısmı baki kalacak.
Cinayet, intihar ve akıl hastalıkları ya çoğalırsa?
200 yıldır içerisinde bulunduğumuz görüş olan yaratılışın efendisi olduğumuz,
ne istersek yapabileceğimiz ve dünyanın bize ait olduğuna dair olan inancın
dumanı gözlerimizin önünde çözülüyor. Yeni bir zaman yaklaşıyor.
Yazar hakkında bilgi: Olga Tokarczuk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder