23 Mart 2021 Salı

H. C. Andersen'in Deniz Kızı Masalı


Eventyr, Danca 
Denizkızı kuyruğunu kaybediyor

İlkokuldayken Andersen'in Kibritçi Kızı'nı okumuştum. Masal bittikten sonra, uzun müddet kitabın sayfalarına boş boş bakmış sonunda anlamadığıma karar verip baştan sona bir daha okumuştum. Sonuç değişmemişti. Daha ilk seferde de gayet iyi anlamışım. Masallarla büyümüş olan benim için bu bir şoktu. Aynı şoku yıllar sonra ki hayli büyüktüm, Andersen'in Deniz Kızı'nı okuyunca da yaşadım. 

Masallarla kendimi bildim bileli ilgilenirim. Nitekim bu blogda yine Andersen'den Kurşun Asker masalına da bir süre önce yer vermiştim. Amacım onunla ilgili bir yazı yazmak ve etkinlikler hazırlamak...

Geçen gün bir arkadaşım, öğrencileriyle (lise) bir proje gerçekleştirmek istediğini söyledi. Öğrenciler, masalları  toplumsal cinsiyet bağlamında inceleyip, cinsiyetçi ögelerden arındırarak yeniden yazacaklarmış. Ben de arkadaşıma Küçük Denizkızı’nı önerdim. Bu masal, baştan beri kadın kimliği açısında sorunlu gelir bana ama öyle midir gerçekten?  Tartışılacak çok konu var o metinde. 

Masal, yazılı olarak elimde vardı ama dijitali olsa daha rahat paylaşılır ve çalışılırdı malum artık her şey çevrimiçi kullanılıyor. İnternette masalı aramaya başladım ve gördüm ki var olanların hiçbiri Andersen’in orijinal masalı değil. Çoğu Dizney filminin özetiydi. Veya kimin yaptığı belli olmayan, değiştirilmiş, kuşa döndürülmüş, mutlu sonla biten bayat versiyonlardı. Bilmeyenlerin bunları Andersen’in orijinal masalı zannetmesi gayet olası.

Andersen’in masalları yazarı belli olan masallardır. Hatta onlara fantastik öyküler olarak da bakılabilir. Ama biçimi ve dili tartışmasız masal formunda olduğu için de onlar elbette bir masaldır. Bugün anonim olarak bilinen masallar da birileri tarafından üretilmişti zamanında. Yazıya geçirildikten sonra bu anonim masallar sabitlenmiş, kültürel miras hanesine ait bir “varlık” olarak korunmuş, birçok versiyonu ile birlikte bugüne kadar yaşamışlardır.

Bir eserin yazarı belliyse ve onun üzerinde önemli değişiklikler yapılıyorsa bu yeni versiyonun; orijinalinden farklı olduğu, kim tarafından, ne zaman, nerede üretildiği basılı metnin giriş kısmına açık ve seçik olarak yazılmış olmalıdır. Hem etik, hem hukuki (telif hakkı devam ediyorsa) hem de ortak kültürel mirasımıza sahip çıkmak açısından bunu yapmak şarttır.

Sonra güç bela bir yerlerden bir metin buldum İngilizcesi ile karşılaştırdım (orijinali Danca) bir iki nokta hariç (“Tanrı Krallığı” sansür yemiş mesela) orijinale en yakın versiyon buydu. Redaksiyon yaparak aşağıya aldığım masal budur. İngilizcesini de isteyen karşılaştırsın diye Türkçe masalın altına ilave ettim. En sonunda ise Andersen hakkında 1953 yılında yazılmış bir kısa tanıtım yazısı var. Resimleri Küçük Denizkızı masallarından aldım, resimlerin altına nereden aldıklarımı yazdım. DK

Denizkızı, prensi kurtarıyor
The Annotated Hans Christian Andersen (The Annotated Books)



Küçük Denizkızı Masalı
Yazan: H. C. Andersen
Çeviren: ?

Denizlerin suyu öylesine mavidir ki, mavilerin en güzeli bile deniz suyunun renginin yanında silik kalır... Kristal gibi berraktır ama çapa atmak için çok derindir. İşte bu sonsuz derinliklerde denizkızları yaşar... 

Orada sadece beyaz kum olduğunu sanmak yanlıştır. Engin denizde ağaçlar ve garip bitkiler vardır. Bu bitkilerin dalları öylesine ince ve hareketlidir ki, en küçük su akımı onlara canlıymış hissini verir. 

Küçüklü büyüklü pek çok balık, bu suda kuşların çalılık ve çitler arasında çırpındıkları gibi, bu deniz bitkileri arasında kaynaşır dururlar. İşte kralın şatosu bu en derin yerdedir. 

Şatonun duvarları mercandan, sivri yüksek pencereleri amberden ve çatısı su akımına göre açılıp kapanan istiridye kabuğundandır. Orası sanki bir periler diyarıdır. Her kabuğun içinde pırıl pırıl inciler bulunur. Bu incilerin bir teki bile bir kraliçenin tacına en yüksek değeri verdirmeye yeter. 

Denizlerin kralı uzun yıllardır duldu. Evde ihtiyar anasıyla birlikte oturuyordu. 

Ana, çok akıllı bir kadındı. Soyluluğundan dolayı da gururluydu. On iki istiridye onun kuyruğunu süslerken, diğer soylu kişilerin kuyruğunu ancak altı istiridye süslerdi. Bundan başka da daha bir sürü değerleri vardı. Özellikle torunları olan genç prensesleri çok severdi. Bunlar altı güzel denizkızıydılar. En küçüğü en güzelleriydi. Cildi bir gül yaprağı gibi incecik, gözleri güneş denize vurduğu zamanki gibi parlak mavilikteydi. Kız kardeşleri gibi onun da ayakları yoktu. Vücudu bir balık kuyruğuyla son buluyordu. 

Prensesler günlerini baba evinde, suyun dibinde oynamakla geçiriyorlardı.

Salonlar geniş, duvarlar çiçeklerle süslüydü. Amberden pencereler açılır açılmaz kırlangıçlar gibi balıklar da sürü halinde içeri dalıyordu. Yüzerek küçük prenseslere doğru geliyor, ellerinden yem yiyor ve kendilerini seve seve okşatıyorlardı.

Şatonun önünde ateş kırmızısı renkte ağaçları ile büyük bir bahçe uzanıyordu. Meyveleri altın gibi parlıyordu. Çiçekleri kıpkırmızıydı. Yaprak ve sapları hep kıpırdıyor gibiydi. Dipteki ince kum, bir kükürt alevi gibi masmaviydi. Mavimtırak bir ışık etrafa mavi gölgeler saçıyor, denizin dibi olmasına rağmen insan kendini çok yükseklerde, göklerde sanıyordu. Sakin havalarda güneş görünürdü. Tıpkı erguvan kırmızısı bir çiçekten ışıklar saçılır gibi... 

Prenseslerin her birinin istediklerini ekmesi için bir parça toprağı vardı. Birisi bahçesine balina şekli veriyor, bir diğeri deniz kızına benzemesinden hoşlanıyordu. En küçükleri toprağına güneş gibi bir çember yaptı ve sadece kırmızı çiçekler dikti. Bu çok düşünen, az konuşan garip bir prensesti. Kız kardeşleri batan gemilerin kalıntılarından aldıkları değişik eşyalarla bahçelerini süslerken, o bahçesine bir deniz kazası sonucu bulmuş olduğu mermerden yapılmış güzel bir delikanlı heykeli oturtmuştu. Heykelin dibine kırmızı bir salkım söğüt dikmişti. Söğüdün dalları öylesine çoktu ki, delikanlının etrafını sarıyor mavi kuma dökülüyordu. Sanki kök ve dallar birbirlerini kucaklamak için birleşmeye çalışıyorlardı. 

Küçük prensesin en büyük zevki, insanlar dünyasında konuşulanları dinlemekti. Büyük annesi ona bildiği şeyleri, hayvanları, şehirleri, gemileri, çiçekleri anlatıyordu. Onu en çok şaşırtan yeryüzü çiçeklerinin misler gibi kokması, denizdekilerin ise kokusuz olması, ormanların yemyeşil olup, balıkların dallar arasında bu denli gür ve güzel ötmeleriydi. Büyükannesi çocukların anlayabilmesi için kuşlara "balık" diyordu. Çünkü kendisi de hiç kuş görmemişti. 

Büyükanne: “On beş yaşına geldiğinizde, babanız sizin denizden çıkmanıza izin verecek. İşte o zaman, ay ışığında mercan kayalarının üzerinde oturup, büyük gemilerin geçişini seyreder, ormanları, kentleri ve öten balıkları da görürsünüz.” 

Aynı yıl büyük kız, ertesi yıl ikinci kız, bir sonraki yıl da üçüncü kız on beş yaşına girdiler. Çünkü her birinin arasında birer yaş fark vardı. Eh küçüğünün ise dünyayı görmesi için daha beş yıl vardı. Aralarında söz vermişlerdi; en beğendikleri şeyi birbirlerine anlatacaklardı. 

Büyük anne onlara yeteri kadar ayrıntılı anlatmıyordu. Her soruşlarında: “Kendiniz göreceksiniz, hele sabır!” diyordu. Ama en küçükleri kadar hiçbir dünyayı görmek için bu derece sabırsızlanmıyordu. Onun sırasının gelmesine çok uzun zaman vardı. Ama ne çare ki yeryüzü küçük prensesin aklından hiç çıkmıyordu. 

Sık sık geceleri penceresinde, başını kaldırır, balıkların yüzgeç ve kuyruklarının titrettiği karanlık suya bakardı. Ay ve yıldızları görüyordu. Yeryüzündeki kadar parlak değilse bile, su arasından onları bizden çok daha büyük görüyordu. Zaman zaman onların üstüne bir gölge düşerse, küçük denizkızı bunun oralarda yüzen bir balina olduğunu biliyordu. Bu gölge insanlarla dolu bir gemi de olabilirdi. Ama bu insanlar dünyalar güzeli bir kızın kollarını gemiye doğru uzatmış, denizin dibinde onları düşündüğünü bilebilir miydi? 

On beş yaşı dolunca, büyük kız yeryüzüne çıktı. Döndüğünde anlatacak binlerce şeyi vardı: “En güzeli durgun sahilde ay ışığında kumun üzerine uzanıp yatmak” dedi. “Limana doğru baktın mı, tıpkı yıldızlara benzeyen ışıklar görüyorsun. Müzik sesi, gürültüler, insan kalabalığının uğultusu, arabalar ve sonra göğe doğru yükselmiş sivri kulelerden gelen çan seslerini duyuyorsun.”

Ertesi yıl yüzeye çıkma sırası ikinci kızkardeşindi. Sudan tam güneş batarken çıktı. Gördüğü manzara onu büyülemişti sanki. Gök, altından bir kubbe gibiydi. Bulutlar kırmızımsı, mavimsi parıltıyla geçiyorlardı. Ne kadar güzel olduklarını anlatmak çok güçtü. Hele uzun beyaz bir tül gibi güneşe doğru uçuşan kuğular... Güneş kaybolur kaybolmaz kuğular da yok oldu. Prenses onların nereye gittiklerini bilmiyordu. Pembe ışık sönünce, deniz gölgelendi; hafif bir rüzgâr onu rüyada gibi sallıyordu. 

Ertesi yıl da üçüncü kız su yüzüne çıktı. Bu kız içlerinde en atak olanıydı. Bir nehrin ağzından kendini akıntıya bırakıverdi. Şipşirin tepecikler, üzerinde bağlar, şatolar, ormanlara gömülmüş çiftlikler ve içinde öten kuşlar gördü. Bu kuşlar büyük annesinin anlattığı gibi balık değildi. Orada sarı güneş öylesine sıcaktı ki, prenses zaman zaman serinlemek için yanan yüzünü dalgalara batırmak zorunda kaldı. Küçük bir koyda suda oynayan bir sürü çocuğa rastladı. Onlarla oynamak istedi ama çocuklar korkup kaçtılar. Birden hiç görmediği dik siyah tüylü, küçük bir hayvan, havlayarak kendisine doğru koştu. Küçük denizkızı korkudan hemen denize daldı. Ama bu yeşil ormanları, bağları ve yüzgeçleri olmadan balıklar gibi yüzen bu sevimli çocukları hiç ama hiç unutmayacaktı. 

Dördüncü kızkardeş pek kendine güvenemedi. Denizde kaldı. En güzel şeyin denizde olduğunu söyledi. Hiçbir şey manzaraya engel olamıyordu ve gökyüzü, camdan kocaman bir çan gibiydi. Gemiler uzaktan da olsa, beyaz küçük balıklara benziyordu. Yunus balıkları takla atıyor, iri balinalar köpüklü sularda fıskiye varmış gibi su fışkırtıyorlardı.

Beşinci kardeşin yaş günü kışa rastladı. Bu yüzden hiçbirinin görmediğini o gördü. Deniz yemyeşildi. İri buzulları sürüklüyordu. Sanki her biri bir inciydi. İçlerinden bazıları da bir kilisenin çanından daha büyüktü. Prenses buzulların en büyüğünün üzerine oturmuştu. Bütün yelkenciler korkuyla ondan kaçışıyorlardı; oysa o her şeyden habersiz uzun saçlarını rüzgârın oyunlarına bırakmış duruyordu. 

Akşama doğru gök korkunç bulutlarla doldu. Gök gürledi, şimşekler çaktı. Kara dalgalar buz yığınlarını indirip kaldırmaya başladı. Bütün gemiler yelkenleri indiriyorlardı. Etrafta büyük bir korku vardı. Prenses buz dağının üzerinde gülümsüyordu. Beyaz köpükten denize zikzak yaparak düşen mavi şimşekler onu hiç korkutmuyordu.

Kardeşler su yüzüne ilk çıkışlarında yeni ve güzel gördükleri şeylere karşı hayranlık duyuyordu. Hoşlarına gideni yapmakta özgür olmalarına rağmen, sonunda bıkıyorlar ve hatta en güzel şeyin evlerinde birlikte yaşamak olduğu kanısına varıyorlardı. Bazı akşamlar kardeşler kolkola girerek beraberce denizin yüzeyine çıkıyorlardı. Sesleri o kadar güzeldi ki, hiçbir insanda bu kadar güzel ses olamazdı. Gemiler için ölüm kalım savaşı fırtına patladığı zaman dahi kızlar yüzüyorlar ve tayfalara, korkmamalarını söyleyerek denizaltı güzelliklerini şarkılarıyla anlatıyorlardı. Ama gemiciler onların dilinden anlamıyorlar, bu sesin fırtına sesi olduğunu sanıyorlardı. Ayrıca denizin dibini nasıl görebilirlerdi ki... Bir gemi battığı zaman gemiciler boğuluyorlar, sadece cansız vücutları denizler kralının şatosuna ulaşıyordu. 

Kızkardeşler, kolkola su yüzüne çıktıklarında, en küçükleri bakışlarıyla onları izleyerek yalnız kalıyordu. Ağlamak istiyordu ama denizkızlarının gözyaşları yoktu ki... “Ah! Bir onbeş yaşında olsam” diyordu. “Bakın görürsünüz yukarıdaki dünyayı ve orada yaşayanları nasıl seveceğim.” 

Sonunda o güzel gün geldi! “ İşte, büyüdün!” dedi büyükannesi. “Gel seni da ablaların gibi güzelleştireyim.”

Küçük denizkızının başına her yaprağı yarım inci olan beyaz zambaklardan bir taç koydu. Sonra sekiz istiridyeye prensesin kuyruğuna soyluluk işareti olarak yapışmalarını emretti. “Nasıl da acıtıyor!” diye inliyordu küçük kız. “Güzel olmak için acı çekmek gerek, diyordu ana kraliçe...”

Küçük prenses bu soyluluk işaretlerinden ve ağır taçtan kurtulmak istiyordu. Bahçesinin kırmızı çiçekleri ona çok daha yakışırdı. Fakat kıyafeti hiçbir şekilde değiştirilemezdi. Kurallara uymak gerekirdi. 

Küçük denizkızı: “Hoşçakal!” dedi ve görülmemiş bir hafiflikle su yüzüne çıktı. Başını sudan çıkardığı zaman güneş henüz batmıştı. Bütün bulutlar suyun altındaki çiçekler gibi kırmızıydı; altın gibi kıvılcımlar saçıyordu. Bu ışıkta akşam yıldızı parıl parıl parlıyordu. Hava serin, deniz sakindi. Büyük bir yelkenli hemen oracıktaydı; bir tek yelken açılmıştı. Zira suyu dalgalandıran hiçbir esinti yoktu. Denizciler dinleniyorlardı. 

Yelkenliden müzik ve şarkı sesleri geliyordu. Yavaş yavaş düşen akşamda her çeşit renkte yüzlerce ışık yanıyordu. Sanki tüm memleketin ışıkları hep birden gemiyi süslüyorlardı. Küçük denizkızı geminin güvertesine yaklaştı. Dalgalar onu yükseltince, yuvarlak pencerelerden içerisini görebiliyordu. İçerde çok şık bir sürü insan vardı. Ama içlerinde en güzeli iri kara gözlü genç prensti. Denizkızından bir yaş daha büyük olabilirdi. Gemide onun yaş günü kutlanıyordu. Tayfalar güvertede dans ediyorlardı. 

Prens görünür görünmez yüzlerce havaî fişek atılıyordu. Küçük denizkızı o zaman korkudan suya dalıyor, sonra güzel yıldızlar onun üstüne düşüyor gibiydi. Direklerin arasında ışıklar dolaşıyor, güzel ateş balıkları teknenin etrafında oynaşıyorlardı. Ve tüm bunlar karanlık suda yansıyordu. Gemide her şey öylesine ışıklandırılmıştı ki, küçük denizkızı her kişiyi ve ufak ayrıntıları bile gayet iyi seçebiliyordu. Oh! Prens ne kadar da güzel, ne kadar güleryüzlüydü! Nasıl da herkesin elini iyilikle sıkıyordu! 

Müzik bu harika gecede herkesi büyülüyordu. 

Vakit geç olmasına karşın küçük denizkızı bakışlarını ne gemiden, ne de prensten ayırabiliyordu. Renkli fenerler söndürüldü. Havaî fişekler görünmez oldu. Ama denizin derinliklerinden sesler hâlâ işitiliyordu. 

Küçük denizkızı suyun yüzündeydi. Dalgalarla sallanıyor ve salona bakıyordu. Birden gemi hareket etti ve yelkenleri açıldı. Sonra dalgalar irileşti. Gecenin topladığı bulutlar daha da karardı. Uzaklarda şimşek çakıyordu. Gemiciler: “ Fırtına çıktı! Fırtına! Yelkenleri indirin!” diye bağrışıyorlardı. Büyük gemi dev gibi iri dalgalarla tehlikeli bir şekilde sallanıyordu. Dalgalar kara dağlar gibi yükseliyordu. Gemi sularda sürüklenen bir kuğu gibi batıp çıkıyordu. 

Küçük denizkızı bunu eğlenceli buluyordu, ama gemiciler böyle düşünmüyorlardı! 

Gemi çatırdıyor, kaim kalaslar azgın dalgalarla bükülüyordu. O zaman küçük denizkızı geminin büyük bir tehlike içinde olduğunu anladı. O da etrafına düşen tahta ve yıkıntılardan sakınmalıydı. 

Karanlık bir ara öylesine bastırdı ki hiçbir şey görünmez oldu. Sonra bir şişmek denizkızının gemideki bütün insanları görmesine yardım etti. Gözleriyle prensi aradı. Ulu Tanrım! O anda gemi battı ve prens dalgalar arasında kayboldu. Denizkızı prensin kendisine doğru geldiğini görünce ilk başta sevindi. Sonra birden insanların su içinde yaşayamayacağını ve kendisine gelinceye kadar öleceğini hatırladı. Hayır! Prens ölmemeliydi. Küçük denizkızı kalaslar ve direkler arasında ezileceğini unutarak derine daldı. Prensi bulup su yüzüne çıkardı. Azgın dalgalarla boğuştu. Prensin kudurmuş denizde bütün gücü tükenmiş, kolları ve bacakları cansız, gözleri kapalıydı. Eğer küçük denizkızı onu kurtarmasaydı denizde kaybolup gidecekti. 

Prensin başını suyun dışında tutarak, kendini onunla beraber dalgaların akışına bıraktı ve bir kara parçasına ulaştı. Sabah fırtına dindi. Kırmızı parlak güneş, denizin üstünde doğduğu zaman büyük gemiden hiç eser kalmamıştı Prensin dudakları canlanır gibi oldu, ama gözleri henüz kapalı ve yanakları solgundu. Küçük denizkızı ıslak saçlarını aralayarak onun güzel ve geniş alnını öptü. Küçük bahçesinin mermer heykelini andırıyordu bu prens. Yaşayacağını umarak onu tekrar öptü. 

Önünde heybetli ve sağlam tabiat uzanıyordu. Karsız tepeleriyle mavi dağlar görülüyordu. Yeşil ormanların önünde görkemli bir yapıt vardı. Bu bir kilise veya manastır olabilirdi. Pek bilemiyordu! Küçük denizkızı, altın meyvalarıyla, portakal ağaçları olan bahçede, ulu palmiyelerle kucak kucağaydı. Deniz burada küçük koy şeklindeydi. Su orada sakin ve derindi. İşte küçük denizkızı yüzerek prensi buraya getirdi. Onu kıyıya yatırıp ısınması için başını güneşe yöneltti. Beyaz binanın çanları çalmaya başladı ve birçok genç kız bahçeye üşüştü. Küçük denizkızı yüzerek, tepeleri suyun dışındaki iki kayanın arkasına saklandı. Etrafta olan bitenleri seyredebilmek için tanınmamaya çalışarak göğsünü ve saçlarını köpükle örttü. 

Genç kızlar biraz sonra prense yaklaştılar. İçlerinden biri yardım aramaya koştu. Küçük denizkızı prensin etrafındakilere gülümsediğini gördü. Prensin büyük yapıya götürüldüğünü üzüntüyle seyretti ve keder içinde baba evine döndü. 

Küçük denizkızı her zaman sakin ve düşünceliydi. Ama düşünceli hali daha da arttı. 

Ablaları yeryüzündeki ilk yolculuğunda neler gördüğünü sordular, o sadece: “Bir gemi ve bir ev” dedi. 

Küçük denizkızı sabah akşam prensi bıraktığı koya gidiyordu. Fakat prensi göremiyor, evine her zaman biraz daha üzgün dönüyordu. Tek tesellisi küçük bahçesine gidip, prense benzeyen mermer heykeli kucaklamaktı. Artık gelişi güzel yetişen çiçeklerine hiç bakmıyordu. Dallar birbirine karışmış ve bahçeyi kapkara yapmıştı. 

Sonunda dayanamadı, ablalarından birine içini açtı. O da diğer kardeşlerine ve iki yakın arkadaşına durumu anlattı. Onlardan biri prensi gemide görmüştü. İyi tanıyor ve krallığının nerede olduğunu da biliyordu. 

Beş prenses: “Gel, küçük kardeş” dediler ve onu kollarına alıp prensin şatosuna çıkardılar. Bu şato fildişi renginde taşlardan yapılmıştı. Mermer merdivenlerden biri denize dek iniyordu... Şatonun çatısı yaldızlı kubbelerle bezenmişti. Şatoyu çevreleyen uzun sütunlar arasında mermer heykeller canlı gibi görünüyordu. Salonlar ışıl ısıldı. 

Denizkızı, şimdi prensin nerede yaşadığını biliyordu. O günden sonra akşamlan sık sık gelmeye başladı... Hiçbir denizkızı bunu yapmaya cesaret edemezdi. Siyah bir gölge yansıtan mermer sütunlar altında, suya kendini bırakarak bu dar boğaza dek geliyordu. Denizkızı orada bir örtü gibi saçlarının altına gizlenerek, ay ışığında kendini yalnız sanan prensi seyrediyordu. Akşamları prensi müzik sesleri içinde gemisiyle dolaşırken görüyordu. Rüzgâr geminin beyaz yelkenini dalgalandırdığı zaman gemi kanatlarını açan bir kuğuya benziyordu. Balıkçılar gece ağlarını kıyıya koymaya geldiklerinde küçük denizkızı saklandığı yerden onların konuşmalarını dinliyordu. Onlar sık sık prensten ve onun hep iyiliğinden bahsediyorlardı. Prensin hayatını kurtardığı için çok mutlu oluyordu o zaman! Onun göğsüne yaslandığını ve ona nasıl içten sarıldığını düşünüyordu. 

Ama prens bütün bunları bilmiyor ve denizkızını aklına bile getirmiyordu. Küçük denizkızı insanları gittikçe daha da çok seviyor onların yanında yaşamak istiyordu. İnsanların dünyası belki onun babasının krallığından daha büyük ve zengindi. 

Orada okyanuslarda dolaşabilir ve tepesi bulutlara erişen dağlara çıkabilirdi. Bilmek istediği ne kadar çok şey vardı! Ama ablaları onun sorularına cevap veremiyorlardı. "Yüksekteki Dünya" dediği yeryüzü hakkında daha çok bilgisi olduğunu sandığı büyük annesine sordu:

“İnsanlar denizde boğulmayınca bizim gibi mi ölürler büyük anne?”

“Elbette onlar da bizim gibi ölürler, hatta onların hayatları senin ve benimkinden daha da kısadır. Biz 300 yıl yaşayabiliriz ve ölünce denizlerde köpük oluruz. Bizim mezarımız yoktur. Ruhumuz ölümsüz değildir, yeniden doğmayız. Bir kez kesilince yeşermeyen bir kamışa benzeriz. İnsanların ölümsüz ruhları vardır. Onların vücutları toprak olunca, ruhları parıldayan ışıklı yıldızlara kadar yükselir.

“Neden bizim ruhumuz ölümsüz değil?” diye sordu, üzüntüyle küçük denizkızı. “Bir gün için de olsa insan olmak ve göğe çıkmak için bütün hayatımı verebilirim.”

“ Öyle düşünme, biz burada insanlardan daha mutluyuz” dedi büyükanne! 

Küçük denizkızı içini çekti: “Demek öldüğüm zaman dalgaların şarkısını duymayacağım. Ne bahçenin kırmızı çiçeklerini, ne güneşi, ne ayı, ne de mermer merdivenli şatoyu görmeyeceğim artık. Ölümsüz bir ruha sahip olmak için ne yapmalı acaba?”

“Hiçbir şey yapamazsın” dedi ihtiyar. “Ama bir insan, dünyada seni her şeyden çok sever de, bütün hayatı boyunca sadık kalacağına söz vererek bir papaza sağ elini seninkinin içine koydurursa, o zaman ruhun ölümsüz olabilir. Onun ruhu sana geçer, insanların mutluluğunda payın olur. Ama bu bir mucizedir ve böyle bir şey olamaz. Çünkü denizde güzel olan senin kuyruğunu ve pullarını, insanlar çirkin buluyorlar ve bacak dedikleri iki uzun sütuna sahip olmanın gerçek zarafet olduğuna inanıyorlar. Şimdi artık bir şey sorma bana.”

Küçük denizkızı üzüntüyle balık kuyruğuna uzun uzun baktı. - Neşeli olalım, dedi ihtiyar. Hayatımızın 300 yılı uzun bir süredir. Onu dans ederek, eğlenerek geçirelim. Hem bu akşam sarayda balo var. 

Balo fevkalâde oldu. Böylesi yeryüzünde bile görülmemişti Büyük salonun duvar ve tavanları yarı saydam camdandı. Pembe ve yeşil dev istiridye kabukları iki yana yerleştirilmişti. Onlardan salonu ve denizi aydınlatan mavi bir alev yayılıyordu. Pulları gümüş ve altın renkli ışıklar saçan sayısız balıklar, camdan duvarlara yaklaşıyordu. Salonun ortasından bir nehir geçiyor, denizkızları ve su perileri şarkı söyleyip, dans ediyorlardı. İnsanların bu kadar güzel sesleri yoktu. En güzel şarkı söyleyen de küçük denizkızıydı. Babası kızını kucakladı, salondaki herkes onu alkışladı. Kız bir an mutlu oldu çünkü denizin ve dünyanın en güzel sesine sahipti. Sonra üstündeki dünyayı, yakışıklı prensi düşündü bir an ve ölümsüz ruha sahip olmayacağından ümitsizliğe kapıldı. 

Şatodan gizlice çıkıp küçük bahçesine gitti. Suyun içinde bir boru sesi duydu ve kendi kendine: “ İşte o denizde dolaşıyor” diye söylendi. “Babam ve büyük annemden daha çok sevdiğim bütün varlığımla bağlandığım insan... Onun elinde bir kum tanesi olmak için her şeyi deneyeceğim. Kızkardeşlerim şatoda dans ederken, gidip şu deniz büyücüsünü bulayım. Ondan da ne kadar çok korkarım... Belki bana akıl verir, yardım eder.”

Bahçeden çıktı ve büyücünün yaşadığı kaynayan mağaraya kadar yüzdü. Buraya hiç gelmemişti. Burada ne bir çiçek, ne denizaltı otu vardı. Her taraf kıraç kumdu. Girdap, bir değirmen taşı gibi yaklaşanı eziyordu. Bununla beraber orayı aşmak gerekiyordu. Sonra sıcak küflü çamurda uzun bir yolculuk vardı. Burası büyücünün oturduğu bataklıktı. Evi boğucu bir ormanın sonundaydı. Ağaçlar ve çalılar mantardandı. Acayip bitkisel hayvanlar, yapışkan parmaklı kollarıyla ahtapot gibi durmadan kıvrılıyor, topraktan çıkmış yılanlar burada kaynaşıp duruyordu. Bu canlı dallar yakaladıklarını hiç bırakmıyorlardı. Küçük denizkızı korkudan titriyor, kalbi çarpıyordu. Az kalsın geri dönecekti. Ama güzel prensi ve ölümsüz ruhu düşününce, bütün gücünü topladı. 

Başının etrafında uçuşan saçlarını sımsıkı bağladı. Böylelikle mantarların onu kıskaca almasından korunmuş oluyordu. Tıpkı bir kılıçbalığı gibi küçük ellerini göğsünde kavuşturup kıskaçlarını ona doğru uzatan korkunç mantarların arasına süzüldü. Sonunda bu kasvetli tüyler ürpertici ormanda ışıklı bir yere ulaşabildi. Büyücünün evi tam karşısındaydı. Büyü'cüye derdini daha söylemeden: “Ne istediğini biliyorum dedi cadı. Bu budalalık. İstediğin gerçekleşecek güzel çocuğum  ama bu senin felâketin olacak. Demek balık kuyruğunu yürümeye yarayan şu iki çirkin koçanla değiştirmek istiyorsun. Ancak ruhunun ölümsüz olması için genç prensin seni kendinden çok sevmesi gerek.” Büyücünün yüzünde iğrenç bir gülümseme belirdi. “Tam zamanında geldin. Yarın gün doğarken sana bütün bir yıl yapamayacağım yardımı yapabilirim. Sana sihirli bir içki hazırlayacağım. Onu kıyıya götürecek ve orada oturup gün doğmadan önce bu içkiyi içeceksin. Kuyruğun eriyecek ve insanların bacak dedikleri şekle girecek; ama yeni bilenmiş bir kamanın delip geçişi gibi acı çekeceksin, bunu bil. Seni her gören dünyanın en güzel kızı olduğunu kabul edecek. O kıvrak dans eder gibi halin değişmeyecek, ama her adımda keskin bıçaklar üzerinde yürüdüğünü sanacaksın. Bütün bunlara dayanabileceksen, sana yardım ederim.”

Küçük Denizkızı: “Ben hazırım” dedi. Sesi titriyordu. Elde etmek istediği   güzel prensi ve ölümsüz ruhu düşünüyordu.

“İnsan kılığına girince artık hiçbir zaman denizkızı olmayacağını da unutma” dedi büyücü. “Baban, kardeşlerin, renkli çiçek dolu bahçen yok artık. Ayrıca prens eğer aile bağlarını koparıp sana bütün varlığıyla bağlanmaz karı-koca olmak için papaz ellerinizi birleştirmezse, ruhun asla ölümsüz olamaz. Prens bir başkasıyla evlenirse, evlendiği günün gecesi kalbin çatlayacak ve denizde bir parça köpükten başka bir şey olmayacaksın."

“Kabul ediyorum” dedi Küçük denizkızı.

“Sonra bana bunun bedelini de vermen gerek” dedi büyücü. “Bedelim çok yüksek. Bütün denizkızları içinde en güzel sesli sensin. Prensin bu sesle büyüleneceğini ümit ediyorsun. Ama bu sesi bana vermen gerek. Sihirli değneğime karşılık senin en değerli şeyini istiyorum. İki tarafı kesen bir kılıç gibi kullanabilmem için bu değneğin içine sihirli su koyacağım.”

“Eğer sesimi alırsam bana ne kalır?” dedi küçük kız.

" Güzelliğin, ahenkli yürüyüşün, konuşan gözlerin, bütün bunlar bir genç adamı büyülemeye yeter. Dayanabilecek misin söyle bakalım? Öyleyse uzat bana dilini, bu sihirli içki karşılığı onu keseceğim.”

“ Kabul” dedi küçük denizkızı. 

Büyücü sihirli içkiyi kaynatmak için bir tencere aldı. “Temizlik ne güzel şey” dedi ve bir avuç su yosunu alarak tencerenin içini sildi... Sonra tencereye sihirli deniz ürünleri koydu. Tüyler ürpertici bir şey. Büyücü kaynayan tencereye durmadan deniz mantarları atıyordu. Kaynama bitince tencerenin içindeki, bir kaya kristali gibi saydam hale geldi. “Tamam, dedi büyücü ve denizkızının dilini kestikten sonra onu gönderdi. Zavallı şimdi dilsizdi.

“Eğer benim güzel ormanımın dalları seni yakalamak isterse bu sıvıdan birkaç damla serp, o zaman onlar sayısız parçalara bölünecek” diye arkasından bağırdı büyücü. Ama küçük denizkızı böyle bir çareye gerek duymadı. Mantarlar kendiliğinden iki yana çekiliyorlardı. Küçük kızın taşıdığı sıvı, yıldız gibi parlıyordu. Böylece bataklıktan, uğuldayan mağaradan, ormandan kolaylıkla çıktı. 

Uzakta babasının şatosunu gördü. Gece her şey uyuyor gibiydi. Onlarla vedalaşmayı ne kadar isterdi! Ama dilsizdi ve bir daha görmemek üzere onlardan uzaklaşıyordu. Bahçelere daldı, kız kardeşlerinin bahçelerinden birer çiçek kopardı ve onlara binlerce öpücük yollayarak yola koyuldu. 

Güneş henüz doğmamıştı. Prensin şatosuna geldiğinde ay hâlâ parlıyordu. Oturdu, iksiri içti. İki tarafı kesen bir hançer, sanki vücudunu delik deşik ediyordu. Acıya dayanamayıp bayıldı ve uzun zaman ölü gibi serildi kaldı. Güneş suya vurunca uyandı. Dayanılmaz bir acı duydu. Ama prens oradaydı, kara gözleriyle ona öylesine keskin bir bakışla bakıyordu ki, bu bakışın altında ezildi. O zaman balık kuyruğunun kaybolup yerine en güzel genç kız bacaklarının geldiğini fark etti. Ama çırılçıplaktı ve uzun saçlarıyla örtünmeye çalışıyordu. Prens ona kim olduğunu, neden burada bulunduğunu sordu. Fakat o koyu mavi kederli gözleriyle konuşmadan baktı. Prens onu elinden tutup şatosuna götürdü. Her adımda iğneler veya bilenmiş bıçaklar üstünde yürüyor gibiydi. Ama büyük bir sabırla dayanıyordu bu işkenceye. Prensin yanında bir kuğu kuşu tüyü hafifliğiyle merdivenleri çıktı. Hizmetkârlar onun uçar gibi ahenkli yürüyüşünü hayranlıkla izliyordu. 

Küçük kıza ipek dantel elbiseler verdiler. Gittiği her yerde ondan güzel yoktu. Ama ne konuşabiliyor, ne de şarkı söyleyebiliyordu. Tüller içinde güzel esir kızlar, prensin ve kral ailesinin önünde şarkı söylediler. İçlerinden biri diğerlerinden çok daha güzel şarkı söylüyordu ve prens onu gülümseyerek alkışlıyordu. Küçük denizkızının içine hüzün çöktü birden. Kendisi ondan yüz defa daha güzel şarkı söyleyemez miydi?

“Prensin yanında olabilmek için sesimi verdim. Ah! Bunu bir bilse” diye düşündü. Sonra küçük denizkızı kollarını kaldırarak, ayaklarının uçlarında yükseldi. Mermertaşlar üzerinde o kadar zarif dans ediyordu ki, her hareketi güzelliğini bir kat daha ortaya çıkartıyor, bakışı esir kızların şarkısından daha fazla kalpleri kendine bağlıyordu. Herkes güzelliğinin ve çekiciliğinin etkisindeydi. “Benim bulunmuş güzel çocuğum” diyordu. O dans ediyor, durmadan dans ediyordu, ama ayaklarının her hareketinde bıçak yaraları gibi acı duyuyordu. 

Prens artık küçük denizkızını yanından hiç ayırmıyordu. Prensle beraber at gezintileri yapması için ona amazon elbiseler diktiler. İkisi beraber yeşil ormanlar içinde kuşların öttüğü yerlerde koşuyorlardı. Prensle yüksek tepelere çıktığı zaman minik ayakları bazen kanıyordu. Ama o denizi hatırlatan bulutlara kadar prensi gülerek izliyordu. Gece herkes uykuya dalınca, mermer merdivenlerden iniyor, yanan ayaklarını tuzlu suya sokuyor ve uzun uzun, derin denizlerdeki ailesini düşünüyordu. 

Bir gece kızkardeşleri geldi. Elele tutuşmuşlardı. Denizin üstünde yürüyerek hüzünlü şarkılar söylüyorlardı. Onlara işaret etti. Kardeşleri onu hemen tanıdılar. Kendilerine ne büyük bir keder verdiğini uzun uzun anlattılar. O geceden sonra kardeşleri her gece geldiler. Hatta bir keresinde küçük denizkızı uzaktan büyük annesini bile gördü. Oysa ihtiyar kraliçe yıllar yılı su yüzüne çıkmamıştı. Babası da geldi. Saçları kırlaşmıştı. Başındaki tacı taş gibi görünüyordu. Her ikisi de ona kollarını uzattılar; ama kızkardeşleri gibi yaklaşmaya cesaret edemediler. 

Her geçen gün, prens ona daha da bağlanıyordu. Yalnız onu güzel bir çocuğu sever gibi seviyordu. Onunla evlenmeyi aklının ucundan geçirmiyordu. Küçük Denizkızı'nın ölümsüz bir ruha sahip olabilmesi için prensin eşi olması şarttı. Eğer, prens başka birisiyle evlenecek olursa, Küçük Denizkızı, denizköpüğü olup kaybolacaktı. 

Prens, onu kucağına alıp güzel alnından öptüğü zaman, Küçük Denizkızı'nın gözleri "Beni seviyor musun?" der gibi ışıl ışıl parlıyordu. 

Prens ona: “Evet beğendiğim sensin” diyordu. Sen çok iyi kalplisin. Ayrıca sadece bir kez gördüğüm ve bir daha görmeme imkân olmayan bir genç kıza benziyorsun. Gemim battığında azgın dalgalar beni genç kızların yaşadığı bir manastırın kıyısına attı. Onlardan biri beni buldu ve hayatımı kurtardı. Onu hiçbir zaman unutmayacağım. İşte anam ve babamdan çok, yeryüzünde seveceğim tek insan o. Ve sen ona benziyorsun. O kız manastırda yaşıyor belki, ama hiçbir zaman benim olmayacak, onun benliğimdeki anısını belki sen silebilirsin.”

“Yazık! Onu benim kurtardığımı bilmiyor” diye düşündü genç kız. Küçük denizkızı derin derin içini çekti, ağlayamıyordu zavallı.

Prens: “Genç kız manastıra ait” dedi. “İnsanlar arasına girmeyecek artık! Bir daha karşılamayacağız; oysa ben ona seve seve hayatımı veririm.”

O sıralar prensin komşu kralın kızı ile evleneceği söylentileri dolaşıyordu. Kralın kızını istemeye gitmek için büyük bir gemi donandı. 

Prens ona:”Ailem güzel prensesi gidip görmemi istiyor. Ama onunla nişanlanmam için beni zorlayamazlar. Onu sevemeyeceğimi biliyorum. O manastırdaki genç kıza benzemiyor, ama sen o kıza benziyorsun. Günün birinde nişanlanacak olsaydım, güzel gözlü, dilsiz çocuk seninle nişanlanırdım” dedi. Prens genç kızın uzun saçlarıyla oynuyor, ölümsüz ruhu ve insan mutluluğu düşü içinde kıvranan kalbin üzerine başını koyup dinleniyordu. “Sakın sen denizden korkmuş olmayasın, benim dilsiz çocuğum?” diye sordu prens. 

Hazırlıklar tamamlanmıştı. Herkes pırıl pırıl donanmış geminin üzerinde komşu memlekete gitmeye hazırdı. Prens, küçük denizkızına fırtınadan, sakin denizden söz açtı. Dalgıçlar denizin dibinde acayip balıklar görmüştü. Kitaplar da denizin derinliklerinden bahsediyordu. 

Küçük Denizkızı gülümseyerek başka herkesin uyuduğu bir sırada, Küçük Denizkızı güvertenin parmaklığına yaslanarak denize bakıyor, ta derinliklerde babasının sarayını ve yaşlı büyükannesini görür gibi oluyordu... Dalgalar arasında başlarında taçlarıyla tekneyi seyrediyorlardı sanki... Bir ara kızkardeşleri göründü. Küçük Deniz Kızı mutlu olduğunu, her şeyin yolunda gittiğini söylemek ister gibi gülümseyerek baktı kızkardeşlerine. Tam o sırada bir tayfa göründü. Kızkardeşleri hemen suya daldılar. Tayfa gördüğünü denizköpüğü sanmıştı. 

Sabah olduğunda gemi limana girdi. O anda şatonun kulesindeki çanlar çalmaya başladı. Ortalıkta bir bayram havası esiyordu. Bir süre sonra prenses göründü. Küçük Deniz Kızı, prensesin gerçekten güzel olup olmadığını merak ediyordu.

Prensesin yüzü zarif ve güzeldi. Uzun kirpikleri altında canayakın gözleri gülümsüyordu. “Bu sensin, evet kıyıda baygın yatarken hayatımı kurtaran genç kız sensin” diye bağırdı prens. 

Sonra, Küçük Denizkızı'na dönerek: “Ne kadar mutluyum, dedi. Düşümün gerçekleşeceğine inanıyorum. Benim mutluğum seni de sevindirsin, çünkü beni en çok seven sensin.”

Küçük denizkızı alnını prensin eli üzerine koydu. Yüreği daralıyor, hıçkırıklar boğazında düğümleniyordu. Eğer prens evlenecek olursa düğün gecesinin sabahı ölecek ve sonsuz denizde bir parça köpük olup kaybolacaktı. 

Nişanları büyük bir törenle ilân edildi. Birkaç gün sonra nişanlılar, elleri birbirine kenetlenmiş, papaz tarafından takdis edildiler. Küçük denizkızı, altın işlemeli bir elbise giymiş, gelinin elini tutuyordu. Ama kulakları müziği duymuyor, gözleri kutsal törende hiçbir şeyi görmüyordu. Ölüm saatini ve bir daha asla elde edemeyeceği kaybettiği şeyleri düşünüyordu. 

Yeni evliler akşam gemiye geldiler. Toplar atılıyor, bayraklar dalgalanıyordu. Geminin ortasına kırmızı atlas üzerine altın işlemeli bir çadır kurulmuştu. Prens ve prensesin  kuş tüyleri yatağı orada hazırlanmıştı. Bu serin ve sakin gecede bu soylu çift orada dinlenecekti. Yelkenler hafif bir rüzgârla şişmiş, gemi dalgalar üzerinde yavaş yavaş ilerliyordu. Güvertede gemiciler coşkuyla dans ettiler. Küçük denizkızı yeryüzündeki ilk gezintisini hatırlıyordu. O da aynı neşe, aynı coşkunlukla dans etmişti. Şimdi yine, atmaca tarafından izlenerek uçan bir kırlangıç gibi dans ediyordu. Herkes onu alkışladı. Çünkü hiçbir zaman bu kadar güzel dans etmemişti. 

Narin etini bilenmiş bıçaklar kesiyordu. Ama asıl kalbindeki hançer acı ektiriyordu. Bu adam için nesi var nesi yoksa feda etmişti. Onu son defa oİarak görüyordu. Güzel sesini kaybetmiş ve her gün dayanılmaz acılar çekmişti. O ise bütün bunları aklına bile getirmiyor, hiç birini bilmiyordu. Bunu ona nasıl anlatabilirdi? Onunla son kez aynı havayı kokluyor, son kez idenizi, göğü, yıldızları görüyordu. Düşsüz ve bilinçsiz sonuz bir gece... İşte denizkızının kaderi buydu. Onun ruhu yoktu ve elde etmeği de başaramamıştı. 

Gemide geç saatlere kadar çılgınca eğlenildi. Ama küçük denizkızının içi kan ağlıyor ve ölüm acısı içinde kıvranıyordu. Prens gelini kucakladı ve geceyi geçirmek üzere muhteşem çadırına götürdü. Gemiye tam bir sessizlik çöktü. Sadece kaptan dümendeydi. Küçük Denizkızı dirseklerini güvertenin parmaklıklarına dayamış, güneşin doğacığı yere bakıyordu. İlk ışın onu öldürecekti. Birden ablalarını geminin yanında gördü. Onlar da üzgün ve solgundular. Güzel saçlarını dibinden traş ettirmişlerdi. Usulca Küçük Denizkızı'na: “Saçlarımızı sana yardım etmesi ve sabah olunca ölmemen için büyücüye verdik. Bize bu hançeri verdi; bak ne kadar sivri ve keskin. Onu güneş doğmadan prensin kalbine sapla. Ilık kanı senin ayaklarını ıslatınca, balık kuyruğun yeniden çıkacak, tekrar denizkızı olacaksın. Bizimle beraber denizin dibine inebilecek ve köpük haline gelmeden 300 yıl yaşayacaksın. Ama acele et, gün doğmadan önce ikinizden birinin ölmesi gerek, ya sen, ya o. Büyük annemiz öyle kederli ki, o da beyaz saçlarını bizim gibi büyücüye verdi. Prensi öldür ve çabuk gel! Gökteki bu kırmızıçizgiyi görüyor musun? Biraz sonra güneş doğacak ve sen öleceksin” diyerek dalgalar içinde kayboldular. 

Küçük Deniz Kızı çadırın kapısını açtı ve güzel gelini prensin göğsünde yatarken gördü. Prensin üzerine eğildi, alnından öptü. Sonra güneşin doğduğu yöne baktı. Gözlerini önce hançere, sonra prense dikti. Prens düşünde karısının adını sayıklıyordu. Yalnız onu düşündüğü kolayca anlaşılıyordu. 

Birden Küçük Denizkızı'nın elindeki hançer titremeye başladı. Onu hızla ta uzaklara, kırmızı bir ışıltıyla parlayan dalgalara attı. Hançerin kaybolduğu yerde sudan kandamlaları çıkıyor gibiydi. Yarı yarıya ölmüştü. Son kez sevgilisine bakıp kendini denize attı. Vücudu köpük halinde eriyiverdi hemen... Güneş denizin üstünde yükseldi. Tatlı ve sıcak ışınlı dalgaların sürüklediği soğuk köpüğün üzerine düştü. Küçük Deniz Kızı ölümü hissetmiyordu.

Göz kamaştırıcı güneşe yakın binlerce küçük saydam varlık geminin yelkenlerini seyrediyor, şarkı söylüyorlardı. Bu minik varlıkların sesleri öyle ahenkli öyle tatlıydı ki... Hiçbir insan gözü bu varlıkları göremezdi. Kanatları yoktu. Bir tüy gibi havada uçuyorlardı. İyi ve sevimli görünüyorlardı. 

Küçük Denizkızı vücudunun yavaş yavaş onlarınki gibi minik saydam parçalara ayrıldığını hissetti. O da bu varlıklar gibi köpükten çıkıp, gökyüzüne doğru yüksel-meye başlamıştı. 

Bulunmaz tatlılıktaki sesiyle: “Nereye gideceğim şimdi?” diye sordu.

“Gök kızlarının yanına”, diye cevap verdi bir ses. “Bir denizkızının ölümsüz ruhu yoktur. Ancak bir adam tarafından sevilirse ölümsüz bir ruha sahip olabilir. Aslında gökkızlarının da ölümsüzlüğü yoktur. Ama yaşamları boyunca yaptıkları iyilik ve yardımlar sonucu ölümsüz bir ruha kavuşmuşlardır.”

Küçük Denizkızı, güneşe doğru yavaşça başını kaldırdı. Şimdi, tüm yaşamında ilk kez doya doya ağlayabiliyordu... Gemide ise, herkes, telaş ve heyecan içinde Küçük Denizkızı'nı arıyordu Fakat o, görünmeden gelip prensesin alnından öptü. Canından bile çok sevdiği prensini bu tatlı ve güzel kıza emanet etmişti. En tatlı tebessümüyle prensese baktı ve gök kızıyla birlikte bulutlara doğru yöneldiler. 

Gökkızları şarkılar söyleyerek ve görünmeden insanların evleri üzerinde uçuyor, çocukların yatak odalarına giriyorlardı. Gökkızları çocuklara sevinç ve mutluluk verdikleri zaman Tanrı ölümsüz ruhlarını bir yıl uzatıyor, her gözyaşı damlasında ise bir yıl kısaltıyordu.

Andersen’den Masallar,  Akvaryum Yayınevi, 2005, s. 46-73   -100 Temel Eserler Dizisi-

 

EK 1 Masalın İngilizce çevirisi (orijinali Danca'dır)

THE LITTLE MERMAID

WAY OUT AT SEA the water is as blue as the petals on the loveliest corn-flower, and as clear as the purest glass, but it’s very deep, deeper than any anchor rope can reach. Many church steeples would have to be placed end to end to reach from the bottom up to the surface and beyond. Down there the sea people live.

You mustn’t think that it’s just a bare white sand bottom. No, the most wonderful trees and plants grow there, and they have such supple stems and leaves that they move as if they were alive with the slightest motion of the water. All the big and little fish slip between the branches like the birds do in the air up here. The sea king’s castle is at the very deepest point. The walls are made of coral, and the long sharp windows of the clearest amber, but the roof is made of sea shells that open and close with the water currents. It looks lovely because there are glittering pearls in each shell; just one of them would be a fine ornament for a queen’s crown.

The sea king had been a widower for many years, but his old mother kept house for him. She was a wise woman, but proud of her nobility, and so she wore twelve oysters on her tail; the other aristocracy could only carry six. Apart from that she deserved alot of praise, especially since she was so fond of the little sea princesses, her grandchildren. There were six beautiful children, all lovely, but the youngest was the most beautiful. Her skin was as clear and delicate as a rose petal, and her eyes were as blue as the deepest sea, but just like all the others, she had no feet. Her body ended in a fish tail.

All day long they could play in the castle, in the big hall where living flowers grew out of the walls. Whenever the big amber windows were opened up, the fish swam in, like swallows fly into our windows when we open them, but the fish swam right up to the little princesses and ate from their hands and allowed themselves to be petted.

Outside the castle was a big garden with fire-red and dark blue trees where the fruit shone like gold, and the flowers like a flaming fire, because the stems and petals were always moving. The ground itself was the finest sand, but blue, like a flame of sulphur, and there was a strange blue cast over everything down there. Rather than being on the bottom of the ocean, you could imagine yourself high up in the air, with sky both above and below you, and if it was very still, you could glimpse the sun for it appeared as a scarlet flower with all light streaming from its center.

Each of the little princesses had a plot in the garden, where she could dig and plant as she wished. One gave her flower garden the shape of a whale, another thought that hers should resemble a mermaid, but the youngest princess made hers quite round, like the sun, and only had flowers that shone just as red as it did. She was an odd child, quiet and thoughtful, and while her sisters decorated their gardens with all sorts of strange things they had found in sunken ships, she only wanted, except for the red flowers that resembled the sun, a beautiful marble statue of a lovely boy, carved from white, clear stone that had sunk to the sea bottom from a shipwreck. Beside the statue she planted a rose red weeping willow, which grew beautifully and whose branches hung over the statue and down towards the blue sand bottom, where its shadow was violet and moved like the branches. It looked as if the tree and the roots were playing at kissing each other.

Nothing gave her greater pleasure than hearing about the human world above them. The old grandmother had to tell all she knew about ships and towns, people and animals. She especially thought it was strange and splendid that up on the earth the flowers gave off a fragrance that they didn’t do on the bottom of the ocean; and that the forests were green; and that the fish that one saw among the branches could sing so loudly and delightfully that it was a joy. The grandmother called the little birds fish because otherwise they couldn’t understand her since they had never seen a bird.

“When you turn fifteen,” grandmother said, “you’ll be allowed to swim up from the ocean, sit in the moonlight on the rocks, and see the big ships sail by, and forests and towns you’ll see, too!” The following year, one of the sisters would turn fifteen, but the others—well, they were all one year younger than the next, so the youngest had five whole years left before she could rise up from the bottom of the sea to see how we have it up here. But each promised to tell the others what she had seen, and what she had found the most beautiful on the first day, for their grandmother hadn’t told them enough—there was so much they wanted to know!

None of them yearned as much as the youngest, the very one who had the longest time to wait, and who was so quiet and thoughtful. Many a night she stood by the open windows and looked up through the dark blue water, where the fish flapped their fins and tails. She could see the moon and stars, although they shone dimly, but through the water they looked much bigger than to our eyes; and if it seemed like a dark cloud slipped under them, she knew that either a whale was swimming above her, or it was a ship with many people on-board. Little did they know that there was a lovely little mermaid standing below them, reaching her white hands up towards the ship.

Then the eldest princess turned fifteen and was permitted to go above the surface.

When she came back, she had hundreds of things to tell, but the most lovely thing, she said, was to lie in the moonlight on a sand bank in the calm sea, and see the big city right by the coast, where lights were twinkling like hundreds of stars; to hear the music, and the noise and commotion of carts and people; to see the many church towers and spires, and hear how the bells rang. Just because she couldn’t get there, she longed the most for all these things.

Oh, how intently the youngest sister listened to all this, and afterwards, when she stood by the open window in the evenings and looked up through the dark blue water, she thought about the big city with its noise, and then she thought she could hear the church bells ringing all the way down to where she was.

The next year the second sister was allowed to rise to the surface of the water and swim wherever she wanted. She broke the surface just as the sun set, and that was the sight she found the most beautiful. The whole sky had looked like gold, she said, and she couldn’t describe how wonderful the clouds were. They had sailed over her, red and violet, but even more quickly than the clouds, a flock of wild swans had flown like a long white ribbon over the water towards the setting sun, and she swam towards it, but it sank, and the rosy hue faded from the sea and the clouds.

The following year the third sister ascended. She was the boldest of them all, so she swam up a wide river that ran out to sea. She saw splendid green hills with grapevines; castles and farms peeked out from magnificent forests. She heard how all the birds were singing, and the sun was so warm that she often had to dive under the water to cool her burning face. In a little inlet she met a group of small human children who were quite naked, and they were running and playing in the water. She wanted to play with them, but they ran away frightened, and a little black animal came and barked terribly at her. It was a dog, but since she had never seen a dog before she became frightened and swam out to the open sea, but she never forgot the magnificent forests, the green hills, and the beautiful children who could swim in the water, even though they didn’t have a fish tail.

The fourth sister was not so bold. She stayed out in the wild sea and explained how that was the most beautiful sight. You could see around for many miles, and the sky above was like a huge glass bell jar. She saw ships, but they were so far away that they looked like seagulls. The amusing dolphins had turned somersaults, and the big whales had sprayed water from their blow holes so that it looked like a hundred fountains all around.

Then it was the fifth sister’s turn. Her birthday was during the winter, and so she saw what the others had not seen the first time. The sea appeared quite green, and there were big icebergs floating around. Each one looked like a pearl, she said, and they were even bigger than the church steeples that people built. They had the most fantastic shapes and glittered like diamonds. She had sat on one of the biggest ones, and all the sailing ships gave her a wide berth where she sat with the wind blowing her long hair, but later in the evening it became overcast, and there was lightning and thunder while the black sea lifted the icebergs so high up that they shone red in the strong flashes of lightning. All the ships took in sail, and there was fear and dread, but she sat calmly on her floating iceberg and watched the blue bolts of lightning zigzag into the shining sea. The first time each of the sisters came up to the surface, she was enthusiastic about all the new and lovely things she saw, but when they now were grown up and could go up there whenever they wanted, they became indifferent to it. They longed for home, and at the end of a month they said that it was, after all, most beautiful down there, and that’s where you felt at home.

On many evenings the five sisters took each other’s arms and rose up over the water in a row. They had lovely voices, more beautiful than any person, and when a storm was brewing so that they thought ships could be lost, they swam in front of the ships and sang so soulfully about how lovely it was on the floor of the ocean and told the sailors not to be afraid to come down there. Of course, the sailors could not understand their words. They thought it was the storm, and they also did not see the wonders of the sea, because when the ship sank, the people drowned and only came as dead men to the sea king’s castle.

When the sisters rose up in the evenings, arm in arm, to the surface of the sea, the little sister stood quite alone and looked after them, and she felt that she was going to cry, but mermaids have no tears, and so she suffered even more.

“Oh, if only I were fifteen!” she said. “I know that I’ll love that world up there and the people who live in it.”

Finally she turned fifteen.

“Now we’re getting you off our hands,” said her grandmother, the old widowed queen. “Come and let me dress you up, like your sisters,” and she placed a wreath of white lilies on her head, but every petal of the flower was half a pearl, and the old queen let eight big oysters clamp onto the princess’ tail to indicate her high rank.

“That really hurts!” said the little mermaid.

“No pain, no gain,” her grandmother said.

Oh, how she wanted to throw off all the finery and take off the heavy wreath! The red flowers in her garden suited her much better, but she didn’t dare change anything. “Good bye,” she said, and floated so easily and lightly, like a bubble, up through the water.

The sun had just gone down as she lifted her head over the sea, but all the clouds were still shining red and gold, and in the middle of the pale pink sky the evening star shone clearly and beautifully. The air was mild and fresh, and the sea was dead calm. There was a large ship with three masts on the sea, but only one sail was up because there wasn’t a breath of wind, and sailors were sitting in the rigging and on the yardarms. There was music and singing, and as the evening grew darker, hundreds of multi-colored lanterns were lit. It looked as if the flags of all nations were waving in the air. The little mermaid swam right up to the cabin porthole, and every time the waves lifted her up, she could see in through the clear panes where she saw many people in evening dress, but the most beautiful was a young prince with big black eyes. He could not have been much over sixteen years old. It was his birthday, and that was the reason for all the festivities. The sailors danced on the deck, and when the young prince appeared, over a hundred rockets were fired into the air and lit up the sky like daylight, so the little mermaid became frightened and dove down into the water. But she soon stuck her head up again, and it seemed as if all the stars in the sky fell down to her. She had never seen such fireworks. Big suns swirled around; magnificent fire-fish were swaying in the blue air; and everything was reflected in the clear, calm sea. It was so light on the ship itself that you could see each little rope, let alone the people. Oh, how gorgeous the little prince was! And he shook hands with people and laughed and smiled, while the music played through the lovely night.

It grew late, but the little mermaid couldn’t take her eyes from the ship and the wonderful prince. The colorful lanterns were extinguished. There were no more rockets shooting into the air, and the cannons were silent, but deep in the sea there was humming and buzzing. She floated on the water and rocked up and down, so she could look into the cabin, but the ship increased its speed; one sail after another filled; and the waves became bigger. Great clouds gathered, and far away there was lightning. A terrible storm was coming! The sailors pulled in the sails. The big ship rocked ahead at a furious pace on the wild sea; the water rose like big black mountains, wanting to break over the masts, but the ship dove like a swan down between the huge waves and let itself be lifted high up again on the towering waters. The little mermaid thought it was a pleasing ride, but the sailors didn’t think so. The ship creaked and groaned as the thick planks bulged from the strong thrusts as the sea pushed against it. The mast cracked in the middle, as though it were a reed, and the ship listed on its side, while water came rushing into the hold. Now the little mermaid realized that they were in danger. She herself had to watch out for beams and pieces of the ship that were drifting on the water. One moment it was so coal black that she couldn’t see a thing, but in a flash of lightning, it became so clear that she could see all of them on the ship; each was doing the best he could for himself. She was especially looking for the young prince, and as the ship fell apart, she saw him sink down into the deep sea. At first, she was very happy because now he would come down to her, but then she remembered that people could not live in the sea, and the only way he could come to her father’s castle was as a dead man. No, he must not die! So she swam between beams and planks, drifting on the sea, forgetting entirely that they could crush her. She dove deep into the water and rose again high between the waves and came at last to the young prince, who could hardly swim any longer in the surging sea. His arms and legs were beginning to go limp, the beautiful eyes closed; he would surely have died if the little mermaid had not come. She held his head above the water and let the waves drive them where they would.

In the morning the storm was over; there was not a sliver to be seen of the ship. The sun rose red and shining from the water, and it was as if the prince’s cheeks took life from it, but his eyes remained closed. The mermaid kissed his lovely high forehead and stroked his wet hair. She thought he looked like the marble statue down in her little garden. She kissed him again, and wished that he would live.

Then she saw land ahead, high blue mountains with white snow shining on top like a flock of swans. Down by the seashore there were lovely green forests, and in front of the woods was a church or a convent. She wasn’t exactly sure which, but it was a building. There were lemon and orange trees growing there in the garden, and in front of the gate there were tall palm trees. There was a little bay in the sea, where it was completely calm, but very deep, all the way to the rocks, where the fine white sand washed up. She swam there with the handsome prince, laid him on the sand, and made sure that his head was up in the warm sunshine.  Then the bells rang out from the big white building, and many young girls came through the grounds. The little mermaid swam out behind some high rocks that protruded from the water, covered her hair and breast with sea foam so no one could see her little face, and watched to see who would come and find the poor prince.

It wasn’t long before a young girl came. She seemed quite frightened, but only for a moment. Then she hurried to bring other people, and the mermaid saw that the prince was alive, and that he smiled at all those around him, but he didn’t smile at her. Of course he didn’t know that she had saved him. She felt very sad, and when he was carried into the big building, she dove sorrowfully down into the water and found her way home to her father’s castle.

She had always been quiet and thoughtful, but now she became even more so. Her sisters asked her what she had seen on her first trip to the surface, but she didn’t tell them anything.

Many evenings and mornings she swam up to the place where she had left the prince. She saw how the fruits in the garden ripened and were picked. She saw how the snow melted on the high mountains, but she didn’t see the prince, and so she always returned home sadder than before. Her only consolation was to sit in her little garden with her arms around the marble stature who looked like the prince, but she neglected her flowers. They grew as in a wilderness, over the pathways, and braided their long stems and petals into the tree branches so it became quite dark there.

Finally she couldn’t stand it any longer and told one of her sisters. So, immediately the other sisters knew about it, but no one else, except a couple other mermaids, who didn’t tell anyone but their closest friends. One of them knew who the prince was. She had also seen the festivities on the ship and knew where he was from and where his kingdom was.

“Come, little sister,” the other princesses said, and with their arms around each other’s shoulders, they swam in a long row up in the water in front of the prince’s castle, which was built of a pale yellow shiny type of rock with big marble staircases; one went way down into the water. There were magnificent gilded domes rising from the roof, and between the pillars that went all around the building there were life-like marble carvings. Through the clear glass in the tall windows, you could see into the most marvelous rooms, where expensive silk curtains and tapestries were hanging, and all the walls were decorated with large paintings that were a pleasure to look at. In the middle of the main chamber, a large fountain was spraying; the jets of water rose high up to the glass cupola in the roof, through which the sun shone on the water and on all the lovely plants that were growing in the big basin.

Now that she knew where he lived, she swam in the water there many nights and evenings, and swam much closer than any of the others had dared to do. She even went way into the narrow channel under the magnificent marble balcony that cast a long shadow over the water. She sat there and watched the young prince, who thought he was all alone in the clear moonlight.

Many evenings she saw him sailing in his fine boat with music playing and flags waving. She peeked out from between the green rushes, and if the wind caught her long silvery veil, anyone seeing it would think it was a swan stretching its wings.

Many a night when the fishermen were at sea in the torchlight, she heard them tell so many good things about the young prince that it made her happy she had saved his life when he was tossed half-dead in the waves, and she thought about how firmly his head had rested against her breast, and how fervently she had kissed him. But he knew nothing about it and couldn’t even dream about her.

She became more and more fond of human beings, and more and more she wished she could live among them. She thought their world was much bigger than her own because they could sail on the oceans in ships and climb on the high mountains over the clouds, and the lands they owned with forests and fields stretched farther than her eyes could see. There was so much she wanted to know, but her sisters couldn’t answer everything she asked, so she asked her old grandmother, who was well acquainted with the higher world, which is what she quite correctly called the lands above the sea.

“If people don’t drown,” asked the little mermaid, “do they live forever? Don’t they die like us down here in the sea?”  “Oh yes,” said the old woman, “they must also die, and their lifetime is shorter than ours too. We can live for three hundred years, but when we cease to exist, we become only foam on the water and don’t even have a grave amongst our dear ones down here. We have no immortal soul, and can never live again. We are like the green rushes that can’t become green again once they are cut down. Human beings, on the other hand, have a soul that lives forever. It lives after the body has become dust and rises up through the clear air, up to the shining stars! Just as we surface from the sea and see the human’s land, so they surface to unknown lovely places that we can never see.”

“Why didn’t we get an immortal soul?” asked the little mermaid sadly, “I would give all the three hundred years I have to live for just one day as a human and then to share in the world of heaven!”

“You mustn’t think about that!” said her old grandmother. “We are much happier and much better off than the people up there.”

“So I shall die and float as foam on the sea, not hear the music of the waves, nor see the lovely flowers or the red sun! Isn’t there anything at all I can do to win an immortal soul?”

“No!” said the old queen. “Only if you became so dear to a human that you meant more to him than his father and mother, if he clung to you with all his mind and heart, and if you let the minister lay his right hand in yours with promises of faithfulness here and for all eternity, then his soul would flow into your body and you would share in the happiness of humanity. He would give you a soul and yet keep his own. But that can never happen! What is so lovely here in the sea—your fish tail—they find ugly up there on earth. They don’t know any better because there you must have two clumsy props that they call legs to be considered beautiful!”

The little mermaid sighed and looked sadly at her tail.

“Let’s be satisfied with what we have,” said the old grandmother. “We’ll spring and skip about during the three hundred years we have to live. It’s a good long time. Later we can so much the better rest in our graves.1 This evening we are going to have a court ball!”

That was also a splendor you never see on the earth. The walls and ceiling of the big dance hall were made of thick clear glass. Several hundred colossal sea shells, rosy red and grass green, stood in rows on each side with burning blue fire that lit up the whole hall and shone out through the walls so that the sea outside was quite illuminated. You could see all the countless fish, big and small, swim towards the glass walls. On some of them the scales glistened a purplish red, on others silver and gold. Straight through the hall a wide stream flowed, and mermen and mermaids were dancing on it to their own lovely song. People on the earth do not have such beautiful voices. The little mermaid sang more beautifully than all the others, and they clapped for her so that she felt joy in her heart for a moment because she knew she had the prettiest voice on earth or in the sea! But soon she began thinking of the world above once again, and she couldn’t forget the charming prince and her sadness over not having an immortal soul like he did. So she sneaked out of her father’s castle, and while there was nothing but joy and song inside there, she sat sad and alone in her little garden. She heard a horn sound down through the water, and she thought, “Now I guess he’s sailing up there, he whom I love more than my father and mother, he who holds all my thoughts, and in whose hands I would place my happiness in life. I would risk everything to win him and an immortal soul! While my sisters are dancing there in father’s castle, I’ll go to the sea witch. I’ve always been so afraid of her, but maybe she can advise and help me.”

Then the little mermaid went out from her garden to the roaring whirlpools; the sea witch lived behind them. She had never gone this way before. There were no flowers growing there, no sea grass, only the bare gray sand bottom that stretched towards the whirlpools, where the water swirled around like roaring mill wheels and pulled everything they grasped down into the deep. She had to walk right between these crushing eddies to enter the sea witch’s property, and for most of the way there was no other approach than over a warm bubbling mud that the witch called her bog moss. Her house lay behind it in a strange forest. All the trees and bushes were polyps, half animal and half plant. They looked like snakes with hundreds of heads growing out of the ground. The branches were long slimy arms with fingers like supple worms, and from joint to joint they moved from the root to the outermost tip. They wrapped themselves around everything they could grasp in the sea and never released them. The little mermaid was terrified as she stood outside. Her heart beat fast from fear, and she would have turned around, but then she thought about the prince and about the human soul, and these thoughts gave her courage. She tied her long streaming hair tightly to her head so the polyps couldn’t grasp it, folded her arms across her chest, and darted ahead. She moved as fish swim through the water, in between the awful polyps, who stretched out their elastic arms and fingers after her. She saw how they all had something they had caught with their hundreds of small arms holding on like strong bands of iron. People who had died at sea and sunk deep down to the sea bottom peered as white skeletons from the polyps’ arms. They were holding fast to ship rudders and chests, skeletons of land animals, and a little mermaid, whom they had caught and strangled. That was almost the most frightful for her.

Then she came to a big slimy clearing in the forest, where large, fat water grass snakes slithered around and showed their ugly whitish-yellow bellies. In the middle of the clearing there was a house built from the white bones of shipwrecked people. The sea witch was sitting there, letting a toad eat from her mouth, much like people let little canaries eat sugar. She called the hideous fat grass snakes her little chicklets and let them squirm around on her large, swampy breast.

“I know what you want,” said the sea witch. “It’s stupid of you! Nevertheless, you’ll get your way because it will just lead to catastrophe for you, my lovely princess. You want to be rid of your fish tail, and instead have two stumps to walk upon just like people do so that the young prince will fall in love with you, and so that you can win him and gain an immortal soul!” Then the sea witch laughed so loudly and dreadfully that the toad and the snakes fell down writhing on the ground. ”You came just in time,” said the witch. ”After sunrise tomorrow, I wouldn’t have been able to help you for a year. I’m going to fix you a drink, and before the sun rises, you are to swim to land with it, sit on the bank there, and drink it. Then your tail will separate and turn into what people call lovely legs, but it will hurt. It will be as if a sharp sword were cutting through you. All who see you will say that you’re the most beautiful child of man they’ve ever seen. You’ll keep your floating gait; no dancer will float like you, but every step you take will be like stepping on a sharp knife so the blood flows. If you’ll suffer all this, I’ll help you.”

“Yes!” said the little mermaid with a trembling voice as she thought about the prince and about winning an immortal soul.

“But remember,” said the witch, “when you have taken a human shape, you can never again become a mermaid. You can never sink down through the water to your sisters and to your father’s castle, and if you don’t win the prince’s love, so that he forgets his father and mother for your sake, thinks of you constantly, and has the minister place your hands in each other’s as man and wife, you won’t gain an immortal soul! The first morning after he marries someone else, your heart will break, and you’ll become foam on the water.”

“I want to do it!” said the little mermaid, pale as death.

“But you’ll have to pay me too,” the witch said, “and it’s not a small thing I demand. You have the most beautiful voice here on the ocean floor, and you think you’re going to bewitch him with it, but you must give that voice to me. I want the most precious thing you have for my priceless drink. After all, I have to add my own blood so the drink will be as sharp as a double-edged sword!”

“But if you take my voice,” said the little mermaid, “what will I have left?”

“Your beautiful appearance,” said the witch, “your graceful gait, and your expressive eyes. You should be able to capture a human heart with those. Well, have you lost your courage? Stick out your little tongue so I can cut it off in payment, and then you’ll get the potent drink.”

“Let it happen,” the little mermaid said, and the witch prepared the kettle to cook the potion. “Cleanliness is next to Godliness,” she said and scrubbed the kettle with the snakes, which she tied into a knot. Then she slashed her breast and let her black blood drip into the kettle. The steam made the most remarkable figures so that you had to be anxious and afraid. The witch kept putting ingredients into the kettle, and when it was boiling rapidly, it sounded like a crocodile crying. Finally the drink was done, and it looked like the clearest water!

“There you are,” said the witch as she cut out the tongue of the little mermaid, who now was mute and could neither sing nor speak.

“If the polyps should grab you when you go back through my forest,” the witch said, “just throw a single drop of this drink at them, and their arms and fingers will crack into a thousand pieces.” But the little mermaid didn’t have to do that because the polyps pulled back in fear when they saw the drink shining in her hand like a sparkling star. So she quickly made it through the forest, the moss, and the roaring whirlpools.

She could see her father’s castle. The lights were out in the big dance hall, and they were probably all sleeping in there, but she didn’t dare seek them out since she was mute now and was leaving them forever. She felt as if her heart would break in two from grief. She crept into the garden, and took one flower from each of her sister’s flowerbeds, blew a thousand kisses towards the castle, and then rose up through the dark blue sea.

The sun wasn’t up yet when she saw the prince’s castle and crept up the marvelous marble steps. The moon was shining beautifully clear. The little mermaid drank the sharply burning drink, and it was as if a sharp double-edged sword cut through her fine body so that she fainted from it and lay as if dead. When the sun shone over the sea, she woke up and felt a stinging pain, but there in front of her was the wonderful young prince. He fastened his coal black eyes on her, and she cast hers downward and saw that her fish tail was gone, and that she had the finest little white legs any girl could have, but she was quite naked, so she wrapped herself in her thick, long hair. The prince asked who she was and how she had gotten there, but she just looked mildly and sadly at him with her dark blue eyes. After all, she couldn’t speak. Then he took her by the hand and led her into the castle. As the witch had warned, she felt like she was stepping on sharp awls and knives with each step, but she gladly tolerated it. Holding the prince’s hand, she moved as lightly as a bubble, and he and everyone else marveled at her charming, floating gait.

She was dressed in precious clothes of silk and muslin, and she was the most beautiful one in the castle, but she was mute, could neither sing nor speak. Beautiful slave girls dressed in silk and gold came out and sang for the prince and his royal parents. One sang more sweetly than the others, and the prince clapped his hands and smiled at her. This made the little mermaid sad because she knew that she herself had sung much better! She thought, “Oh, if he only knew that I gave my voice away for all eternity to be with him!”

The slave girls danced in a lovely floating dance to the most marvelous music, and then the little mermaid raised her beautiful white arms, stood on tiptoe, and floated across the floor, and danced as no one else had danced. Her loveliness became more evident with every movement, and her eyes spoke deeper to the heart than the songs of the slave girls.

Everyone was delighted with it, especially the prince, who called her his little foundling, and she danced more and more, even though every time her feet touched the floor, it was like stepping on sharp knives. The prince said that she must always be with him, and she was allowed to sleep outside his door on a velvet pillow.

He had a man’s outfit sewed for her so she could go horseback riding with him. They rode through the fragrant forests, where the green branches hit her shoulders and the small birds sang behind the new leaves. She climbed up the high mountains with the prince, and even though her fine feet bled so all could see, she laughed at it and followed him until they saw the clouds sailing below them, as if they were a flock of birds flying to distant lands.

At home at the prince’s castle, when the others slept at night, she went down the wide marble steps, and cooled her burning feet in the cold sea water, and then she thought about those down in the depths of the sea.

One night her sisters came arm in arm and sang so sadly, as they swam across the water, and she waved at them, and they recognized her and told her how she had made all of them so sad. They visited her every night after that, and one night far out at sea she could see her old grandmother, who hadn’t been to the surface for many years, and the sea king, with his crown on his head. They stretched their arms out to her, but didn’t dare come so close to land as her sisters did.

Every day she became dearer to the prince, who loved her as one would a good, dear child, but it certainly didn’t occur to him to make her his queen, and his queen she had to become, or she wouldn’t gain an immortal soul, but would turn to sea foam the morning after his wedding.

“Don’t you love me most of all?” the little mermaid’s eyes seemed to ask, when he took her in his arms and kissed her lovely forehead.

“Yes, I love you best,” said the prince, “because you have the kindest heart of all of them. You’re the most devoted to me, and you look like a young girl I once saw, but will never find again. I was on a ship that sank. The waves drove me ashore to a holy temple, where several young girls were serving. The youngest found me on the shore and saved my life. I only saw her twice, but she’s the only one I could love in this life. You look like her and have almost replaced her memory in my heart. She belongs to the holy temple, and so good fortune has sent you to me. We’ll never part!”

 “Oh, he doesn’t know that I saved his life,” thought the little mermaid. “I carried him through the sea to the temple by the forest, and I hid behind the foam and watched for someone to come. I saw the beautiful girl whom he loves more than me,” and the mermaid sighed deeply, since she couldn’t cry. “He said that the girl belongs to the holy temple, and she’ll never leave there so they won’t meet again. I’m with him and see him every day. I’ll take care of him, love him, and offer him my life.”

Then rumor had it that the prince was to be married to the beautiful daughter of the neighboring king, and because of that he was preparing a splendid ship for a voyage. He was supposedly traveling to see the neighboring king’s country, but people knew that he really was going to see the daughter. A large party was to accompany him, but the little mermaid just shook her head and laughed because she knew the prince’s thoughts much better than anyone else. “I have to go,” he had told her. “I have to go see the lovely princess, my parents insist, but they can’t force me to bring her back here for my wife. I can’t love her! She doesn’t look like the beautiful girl in the temple, like you do. If I ever do choose a bride, it would sooner be you, my silent foundling with the speaking eyes!” He kissed her red mouth, played with her long hair, and laid his head against her heart, so she dreamed of human happiness and an immortal soul.

“You aren’t afraid of the sea, my silent child?” he asked, when they climbed aboard the magnificent ship that was to take them to the neighboring kingdom. And he told her about storms and calm seas, about strange fish in the depths and what divers had seen, and she smiled at his stories since she knew better than anyone what the ocean floor was like.

In the moonlit night when everyone was sleeping, the little mermaid sat close to the helmsman, who was at the wheel, and stared down into the clear water, and thought she saw her father’s castle. On the highest tower stood her old grandmother with her silver crown on her head, starring up at the keel of the ship through the currents. Then her sisters came up to the surface, stared sadly at her, and wrung their white hands. She waved to them and smiled, and wanted to tell them that she was well and happy, but then the ship’s boy approached, and the sisters dove down, and he thought that the white that he had seen was foam on the sea.

The next morning the ship sailed into the magnificent port in the neighboring kingdom. All the church bells rang, and trombones were played from the high towers while soldiers marched with waving banners and dazzling bayonets. There was a party every day. One festivity followed another, but the princess wasn’t there yet. She was being educated far away in a holy temple, they said, where she was learning all the royal virtues. But at last she came.

The little mermaid waited eagerly to see her beauty, and she could not deny it. She had never seen a more lovely creature. Her skin was so clear and fine, and behind the long dark eyelashes smiled a pair of faithful dark-blue eyes!

“It’s you!” exclaimed the prince, “you, who saved me, when I lay like a corpse on the beach!” And he gathered his blushing bride in his arms. “Oh, I’m so incredibly happy!” he said to the little mermaid. “The best thing I could wish for has come true. You’ll share my joy since you love me better than any of the others.” And the little mermaid kissed his hand, and thought she felt her heart breaking already, for his wedding night would bring her death and change her to foam upon the sea.

All the church bells rang, and heralds rode through the streets, proclaiming the engagement. Fragrant oils burned in precious silver lamps on all the altars. The priests waved their censers, and the bride and groom grasped hands and received the blessing of the bishop. The little mermaid was dressed in silk and gold and was holding the bride’s train, but her ears did not hear the festive music; her eyes didn’t see the sacred ceremony. She was thinking about her last night of life and about everything she had lost in this world.

That same evening the bride and groom went aboard the ship. The cannons boomed, all the flags were waving, and in the center of the ship a precious tent of gold and purple with the loveliest cushions had been raised. The bridal couple were going to sleep there in the cool, quiet night.

The sails swelled in the wind, and the ship glided smoothly and almost motionlessly across the clear sea.

When it became dark, colorful lamps were lit, and the sailors danced merrily on the deck. The little mermaid had to think about the first time she peered above the waves and saw the same splendor and joy, and she whirled in the dance, swaying as a swallow when it’s being chased. Everyone cheered her, and never had she danced so well before. It was as if sharp knives cut into her fine little feet, but she didn’t feel it; the pain was sharper in her heart. She knew it was the last evening she would see the man for whom she had left her home and family, and for whom she had given her beautiful voice and suffered unending agony without him having the least idea. It was the last night she would breathe the same air as him, would see the deep sea, and the starry blue sky. An eternal night without thought or dreams awaited her, she who had no soul and could not win one. And there was joy and merriment on the ship until long past midnight; she laughed and danced with the thought of death in her heart. The prince kissed his lovely bride, and she played with his black hair, and arm in arm they went to bed in the magnificent tent.

It became hushed and still on the ship, only the helmsman was on deck. The little mermaid laid her white arm on the railing and looked to the east towards dawn. She knew that the first sunbeam would kill her. Then she saw her sisters rise up from the sea, and they were as pale as she was, their long beautiful hair no longer streaming in the wind. It had all been cut off.

“We have given it to the sea witch so she would help you, so that you won’t die tonight! She has given us a knife. Here it is! Do you see how sharp it is? Before the sun rises, you must stab the prince in the heart, and when his warm blood drips on your feet, they will grow together into a fish tail, and you’ll become a mermaid again, and come back into the sea with us and live your three hundred years before you become dead, salty sea foam. Hurry! Either you or he must die before the sun rises. Our old grandmother is grieving so much that all her white hair has fallen out, as ours fell to the witch’s scissors. Kill the prince and come back! Hurry, don’t you see the red streak in the sky? In a few minutes the sun will rise, and then you must die!” and they heaved a strange, deep sigh and sank in the waves.

The little mermaid drew the purple curtain away from the tent and saw the beautiful bride sleeping with her head on the prince’s chest. Then she bent down and kissed him on his handsome forehead, looked at the sky, where the morning glow was increasing, looked at the sharp knife, and cast her eyes again upon the prince, who in his dreams said his bride’s name. Only she was in his thoughts, and the knife quivered in her hand, but then she threw it far out into the waves that turned red where it fell, like drops of blood trickling up from the water. One last time she looked at the prince with her partly glazed eyes, dove from the ship into the sea, and felt her body dissolving into foam.

The sun rose from the sea. The rays fell warmly and gently upon the deadly cold sea foam, and the little mermaid did not feel death. She saw the clear sun, and above her swirled hundreds of beautiful, transparent creatures. Through them she could see the ship’s white sails and the red clouds in the sky. Their voices were melodies, but so unearthly that no human ear could hear them, just as no earthly eye could see them. They swayed though the air on their own lightness without wings. The little mermaid saw that she had a shape like them that rose up more and more from the foam.

“To whom am I going?” she said, and her voice sounded like the others and so heavenly that no earthly music could express it.

“To the daughters of the air!” the others answered. “The mermaid has no immortal soul and can never win one unless she wins the love of a human. Her eternal existence depends on an outside power. Daughters of the air don’t have an eternal soul either, but they can shape one through their good deeds. We fly to the warm countries, where pestilence kills people, and we bring cool breezes. We spread the scent of flowers through the air and send peaceful rest and healing knowledge. After we have struggled to do all the good we can for three hundred years, we can earn an immortal soul and share in the human’s eternal joy. You, poor little mermaid, have striven with all your heart for the same thing we have. You have suffered and endured and raised yourself to the world of the air spirits. Through good deeds you can earn yourself an immortal soul in three hundred years.”

The little mermaid lifted her clear arms up towards God’s sun, and for the first time she felt tears. There was noise and life on the ship again, and she saw the prince with his beautiful bride searching for her. They stared mournfully at the bubbling foam, as if they knew she had thrown herself on the waves. Invisibly she kissed the bride’s forehead, smiled at the prince and rose with the other children of the air up into the rosy cloud sailing in the sky.

“In three hundred years we’ll sail into God’s kingdom like this.”

“We can get there even faster,” whispered one. “We swirl unseen into a human home, where there are children, and every day we find a good child who brings joy to his parents and deserves their love, God reduces our time of testing. A child doesn’t know when we fly through the room, and if we smile with joy at him, a year is subtracted from the three hundred years, but if we see a naughty child, then we must cry in sorrow, and every tear adds a day to our time of trial.”

NOTE: 1. Andersen evidently forgot that the grandmother has just explained that mermaids do not have graves. [çevirenin notu]

Fairy Tales, Hans Christian Andersen, Çeviri; Marte Hvam Hult, Barnes & Noble Books, 2007

 

EK 2: 

Hans Christian Andersen 1805’te Danimarka'da Odonse'de fakir bir kunduracının oğlu olarak doğmuş, 4/8/1875’te Kopenhag'da ölmüştür. 

Andersen'in bir şair, hem de büyük bir şair olduğundan şüphe edilmemeli. Cansızların dilini anlayarak, eşyayı konuşturacak kadar büyük bir şair olan Andersen, eline aldığı her konuyu kendi iç soluğu ile doldurmayı, yaşatmayı bilmiş, onları insanlaştırmış, aramıza katmıştır. Şairin bu yanı ile hemen dehaya değdiğini, dünyaya bir yeni deyiş, anlatış getirdiğini söylemeliyiz. Her dâhinin kendine mahsus bir dil yarattığı söylenmiştir. Bunun gibi dâhilerin çoğu zaman dünyaya büyük bir keşif getirdiği de ortaya atılabilir. Andersen kendi üslûbunda taşı, ağacı konuşturmasını keşfeden adamdır. Hiç olmazsa bu dili, kendine göre geliştirmesini, onu insan hakikatinin içine alabilecek kadar genişletmesini bilen adamdır.

Gerçekten de Andersen'de bir yenilik, bir tazelik içinde bir daha tekrarlanan ama yeni, taze olduğu için bizi bıktırmayan insanı buluyoruz. Onun masallarında hayvanlar dillenir, bir gübre böceği, en güzel anlatışlarından birinin, altından pırıl pırıl bir kahramanı haline girer. Sempatik, sevimli bir kelebek, bir çiçek gibi sevilebilecek bir böcektir bu, ama tıpkı insan gibi, hem de cins bir insan gibi konuşur, düşünür, duyar, anlatır. Bir çaydanlık, en derin duygularla dolup boşalmakta, bütün bir ömrün, bir düşüncenin duru, süzülmüş balını, bir kalp gibi kırılan emziğinden akıtır.

Kişi, Andersen'in havasına bir kere girince artık dünyada yalnız sayılmasın. Kimsesiz, tek başına kalsa yüksünmeyebilir, çünkü bir anahtar geçirmiştir eline, onunla bir kayayı, bir denizi, bir dağı açabilir. İçinde baştanbaşa şiir, büyü, masal dolu bir dünya var onların... Hem de dağla dağ, kaya ile kaya olur. Etrafındaki en hurda eşya ile dertleşebilir.

Ben Andersen'i gerçekten okuyabilen kişinin yeni bir dil öğreneceğini de sanıyorum. Yeni bir dil kişiyi mutlaka zenginleştiren, onu arttıran bir şey. Andersen insana bilinen dillerden birini değil, bizi çevreleyen dilsiz varlığın, o somut, elle tutulan, hayatımızın parçaları olan cansızların, dilsizlerin dilini öğretir. Hem bu dili bir kere sökünce kendimizi daha iyi öğrenir, o yoldan da kendimize çıkarız. Zaten sanatta bütün yollar bize çıkar. Büyük marifet, kuru, tatsız gerçekleri canlandırmak, onları artırıp kendimize katmak değil midir? İnsan dünyaya durmadan artmak için gelmiştir.

Andersen'in masalları, çocuk masalı değil, bunu belirtmeliyim. Ama bizi çocuklaştırabilecek kadar arılığa, zenginliğe, şiire götüren yaratışlar bunlar. İsa’nın meselleri gibi saf, sade. Dünyayı yenerek unutmuş, yüzleri bir çocuk güzelliği almış azizlerin aydınlığı, ışıkları gibi Andersen. Onun metafiziğini bir çocuğun kavraması, tatması imkânsızdır. Ama onun şiirden metafiziği bizi kaynaklaştırabilir. İsmetimizi, duruluğumuzu artırır, saflaştırır bizi, zenginleştirir.

Tanrıya, güzele, yüceye inanan bir insan. Yaşadığımız günler gibi boğazına kadar pis değil. Cansız maddeyi aşmaya çalışır, insanı en gerçek, en kavranılmaz tarafından, ruhundan tutup çeken bir el gibi Andersen. Bu soluk, onu okurken, etimizi yakacak kadar değişiyor, yaklaşıyor bize. Sen, şu et parçası değilsin! diyebiliyor. Seni tartmak, doyurmak, ağırlaştırmak isteyenler yanıldılar! Değil sen, şu taş, şu ot parçası bile göründüğü şey değildir! Bir gübre böceği, en usta kuyumcuların elinden çıkmış kadar güzel. O da bir ışık, bir erişilmez yücelikte. Senin kısa, küstah aklınla tadılamayan bir şiir o...

Andersen büyük şair, büyük ruhlu bir şair. Hem bir bilge, eşsiz yaratıcı da. Bütün gerçek değerler gibi.

Bütün dünya dillerine çevrilmiş. Bizde hemen hemen tanınmamış olması acıdır. Bu masallardan her birini okurken, onları yeniden yaratmaya, dilimizde şekillemeye çalışırken bir kültürün bunlardan bu ana kadar yoksun kalmasındaki acılığı düşündüm. Denizden bir avuç su alır gibi, birkaç masaldır bu çevirdiklerim. Ama bir gün bütün Andersen'in dilimize katılacağına inanıyorum.

Başlıca eserleri şunlardır:

Hars ve İsviçre yolculuğundan manzaralar 1831.

İmprovisator 1835.

Masallar 1835, 36 dile çevrilmiş, dünyaca tanınmıştır.

Hayatımın Şiirsiz Masalı, 1847, kendi biyografisi.

Çoğu roman ve hikâyelerden ibaret olan eserleri beş büyük ciltte toplanmış, bunlar arasında masallar onun dünyaca tanınmasında en büyük rolü oynamıştır.

Selahattin BATU

Andersen’den Seçme Masallar 1, MEB Yayınları, Giriş Bölümü, İstanbul, 1953

 

EK 3:  Önsöz olarak masal üzerine giriş yazısı 

With “The Little Mermaid,” Andersen believed that he had created one of his most moving fairy tales. “I suffer with my characters,” he told his friends again and again, and his readers too have endured the pain of his beautiful aquatic creature. P. L. Travers, author of the Mary Poppins books, found Hans Christian Andersen to be a master in the art of torture. “How much rather would I see wicked stepmothers boiled in oil . . .,” she declared, “than bear the protracted agony of the Little Mermaid or the girl who wore the Red Shoes.” In Andersen’s tales, suffering can become a badge of spiritual superiority, and his downtrodden protagonists often emerge triumphant after enduring seemingly endless humiliations.

The little mermaid has worldly ambitions that run in directions other than silent suffering. Drawn to the upper world, she is eager to sail the seas, climb mountains, and explore forbidden territory. Donning boy’s clothing, she goes horseback riding with the prince, crossing gender boundaries in unprecedented ways. For all her passion for adventure and life, she is, despite her pagan nature, a creature of compassion, unwilling to sacrifice the prince’s life for her own. The spirited curiosity that impels her to seek out the world of humans is also precisely what defeats her, leading to the condition of suffering that Travers found so troubling.

The animated Disney version of “The Little Mermaid” (1989) deviates sharply from the tale that inspired it. It may end happily with a marriage, but as Marina Warner points out, “The issue of female desire dominates the film, and may account for its tremendous popularity among little girls: the verb ‘want’ falls from the lips of Ariel, the Little Mermaid, more often than any other—until her tongue is cut out” (Warner, 403). Still, the Disney version has in many ways kept Andersen’s story alive, even if it has a heroine and an ending radically different from the story that inspired it.

alıntı yapılan kaynak
Eventyr, fortalte for Børn, 1837 (yayımlandığı tarih ve eser adı, Danca. "Peri Masalı, Çocuklar İçin, 1837")
The Little Mermaid (Den Ville havfrue)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder