İSTANBUL
Kartaca, adı kötüye çıkmış bir kültürün en dile düşmüş örneğidir.
Biz, bu "Kent"le ilgili hiçbir şey söyleyemiyoruz; Flaubert de, düşmanlarının
amansız olduğu dışında, söyleyecek hiçbir şey bulamamıştı. Sanırım, Türkiye'yle
ilgili olarak da benzer bir durum söz konusu. Acımasız bir ülke gelir aklımıza.
Bu kavram, yazılı tarihin hem en acımasız hem de en az ilençlenmiş girişiminden,
Haçlı Seferleri'nden kaynaklanır. Belki de aynı ölçüde bağnaz İslam
nefretinden hiç de aşağı kalmayan Hıristiyan nefreti gelir aklımıza. Batı'da, Osmanlar
arasında büyük bir Türk adının bulunmadığından dem vururuz. Bize kalmış olan
biricik ad, Muhteşem Süleyman'dır (e sola, in parte, vidi'l Saladino) .
Üç günde Türkiye'yi ne kadar tanıyabilirim? Benim gördüğüm,
çok güzel bir kent, Boğaziçi, Haliç ve kıyılarında Rünik alfabeyle yazılmış taşlar
bulunmuş olan Karadeniz girişi. Kulağıma çalınan, yumuşak bir Almancayı andıran
hoş bir dil. Buralarda, birçok değişik ulusun hayali dolaşıyor olsa gerek: Ben,
Bizans imparatorunun onur kıtasını oluşturmuş olan ve Hastings'de olup
bitenlerden sonra İngiltere'den kaçan Saksonların katıldığı İskandinavları anımsamayı
seçiyorum. Kuşku yok ki, keşfe başlamak için Türkiye'ye yeniden gelmeliyiz.
Jorge Luis Borges, Atlas, İletişim Yayınları 1. BASKI 2014, İstanbul, s. 56-57